- Kendiyle barışık bir insan mısınız?
- Buna bir küfürle cevap vermek gerekirse -ki gerekir, evet .mna koyim, öyleyim.
- Peki kendiyle barışık olmak nedir sizce?
- Kendini diğerlerinden ayırmadan, aynı tepkileri kendine de vermektir.
- Bir örnek gösterebilir misiniz?
- Tabii. Mesela kendimi dövdüğüm, çok olmuştur. İşe kaşım gözümü kapatacak kadar şişmiş bir halde gidip, müdürüme gözaltında polislerden dayak yediğimi söylediğim günü iyi hatırlarım, öfkem o kadar büyüktü ki, günün geri kalanında izinli olduğumu duyduktan sonra eve gidip akşamüstü iyice acıkıncaya kadar kendimi dövmeye devam etmiştim...
- Ay kız bu harbi manyak çıktı!
(acı çekiyorsanIz buna sevinin, icinizde hala incinmeye müsait bir yer kaldığının kanıtıdır.)
KIM OLDUGUN NEREDEN BELLI?
Bilinç, kötü olanı seçebilme yetisidir.
Consciousness, is the ability to choose the worse.
Consciousness, is the ability to choose the worse.
AL KALBİMİ VER BEYNİNİ
Taze fasülye + Pilav + Salata 5 ytl. TV'de kadın programı ikramımız.
En ucuzundan yemek yiyorum, karşımda TV, plastik sürahi, yapma çiçekler, muşamba masa örtüsü.
Ekranda 4-5 kişi var, önde halkımın içinden evliliğinde sorunları olan bir çift, üstesinden gelememişler 3 ay ayrı kalmışlar. Sunucu kadın el ele tutuşturup başlıyor söylevine:
- Karının elinden tutacaksın, çıkıp dolaşıyor musunuz? Dolaşın, gezmek bedava, hava bedava, su bedava değil ama mutluluk bedavaa!!
Alkış tufan kopuyor.
- Karının saçını okşadın mı hiç?
- Çok değil...
Karısı araya giriyor...
- Hiç!
Sunucu damarı yakaladı:
- Kadınlar erkeklerin kendilerini cinsel obje olarak görmesini sevmez! Şefkat ister. Bir baba gibi saçını okşamalısın. Bunları biz mi öğreticez size?
Adam bozuluyor bu lafa. "Erkek karısına babası gibi dokunamaz, ben ancak kızımın saçını babası gibi okşarım." diyor.
Program benim için bitiyor. İki şey var aklımda, birincisi satılmayacak hiç bir şey olmadığına inanan bütün bir reklam sektörüyle birlikte program yapım şirketleri ve bunları yayınlamakla semiren, çok para kazandığı için de kendisini önemli sanan bu elit gerizekalı kitlesinden duyduğum tiksinti. Bir gün paraya kıyıp 5 ytl'lik bu menüden ardarda 10 tane tükettikten sonra canlı yayında sunucunun boynuna dolanıp ağlayarak içimi dökmek istiyorum. Umarım bu hepimizi rahatlatır.
İkinci mevzu ise kadınların baba sorunsalı. Kafam yeterince bozuksa kadınların erkeklerle olan ilişkilerinde çıkan sorunların %95'inin babalarıyla alakalı olduğunu iddia ve ispat edebileceğimi düşünüyorum. Hem kendi yaşantımda, hem de çevremdeki ilişkilerde kadınların babalarından muzdarip olmadığını görmek kısmet olmadı hiç. Bu da ister istemez mevzuyu erkeklere, daha doğrusu babalara getiriyor. Babalar ile kızlar arasındaki ilişki kızlarını dünyada onlardan daha çok ve daha iyi sevebilecek bir erkek bulunmadığına dayanırken, mevzu babaların koydukları hedefe ulaşıp ulaşamadıkları noktasında düğümleniyor. Romantik ilişki içinde erkeğin kadına göstereceği şefkat dolu her yaklaşım babayla teraziye konup bir denge tutturulamayacak, bir taraftan babaya lanet okunurken, karşıdaki erkeğe allah ne verdiyse çektirilecektir.
Olaya böyle yaklaşınca olması gerekenden fazla Freud'çu bir görüntü çıkıyor ortaya, ama psikoloji biliminin Freud tez, sentez ve antitezlerinden oluştuğunu düşündüğüm için bundan çekinmiyorum.
Alakasız bir biçimde bağlamak gerekirse, erkeklerin duygularını gösterememeleri konusunda hemfikir olan kadın alemine diyorum ki; gelin bir anlaşma yapalım, bundan sonra kadınlar ne düşündüklerini açıkça belli etsinler, erkekler de ne hissettiklerini.
Olacak şey mi?
En ucuzundan yemek yiyorum, karşımda TV, plastik sürahi, yapma çiçekler, muşamba masa örtüsü.
Ekranda 4-5 kişi var, önde halkımın içinden evliliğinde sorunları olan bir çift, üstesinden gelememişler 3 ay ayrı kalmışlar. Sunucu kadın el ele tutuşturup başlıyor söylevine:
- Karının elinden tutacaksın, çıkıp dolaşıyor musunuz? Dolaşın, gezmek bedava, hava bedava, su bedava değil ama mutluluk bedavaa!!
Alkış tufan kopuyor.
- Karının saçını okşadın mı hiç?
- Çok değil...
Karısı araya giriyor...
- Hiç!
Sunucu damarı yakaladı:
- Kadınlar erkeklerin kendilerini cinsel obje olarak görmesini sevmez! Şefkat ister. Bir baba gibi saçını okşamalısın. Bunları biz mi öğreticez size?
Adam bozuluyor bu lafa. "Erkek karısına babası gibi dokunamaz, ben ancak kızımın saçını babası gibi okşarım." diyor.
Program benim için bitiyor. İki şey var aklımda, birincisi satılmayacak hiç bir şey olmadığına inanan bütün bir reklam sektörüyle birlikte program yapım şirketleri ve bunları yayınlamakla semiren, çok para kazandığı için de kendisini önemli sanan bu elit gerizekalı kitlesinden duyduğum tiksinti. Bir gün paraya kıyıp 5 ytl'lik bu menüden ardarda 10 tane tükettikten sonra canlı yayında sunucunun boynuna dolanıp ağlayarak içimi dökmek istiyorum. Umarım bu hepimizi rahatlatır.
İkinci mevzu ise kadınların baba sorunsalı. Kafam yeterince bozuksa kadınların erkeklerle olan ilişkilerinde çıkan sorunların %95'inin babalarıyla alakalı olduğunu iddia ve ispat edebileceğimi düşünüyorum. Hem kendi yaşantımda, hem de çevremdeki ilişkilerde kadınların babalarından muzdarip olmadığını görmek kısmet olmadı hiç. Bu da ister istemez mevzuyu erkeklere, daha doğrusu babalara getiriyor. Babalar ile kızlar arasındaki ilişki kızlarını dünyada onlardan daha çok ve daha iyi sevebilecek bir erkek bulunmadığına dayanırken, mevzu babaların koydukları hedefe ulaşıp ulaşamadıkları noktasında düğümleniyor. Romantik ilişki içinde erkeğin kadına göstereceği şefkat dolu her yaklaşım babayla teraziye konup bir denge tutturulamayacak, bir taraftan babaya lanet okunurken, karşıdaki erkeğe allah ne verdiyse çektirilecektir.
Olaya böyle yaklaşınca olması gerekenden fazla Freud'çu bir görüntü çıkıyor ortaya, ama psikoloji biliminin Freud tez, sentez ve antitezlerinden oluştuğunu düşündüğüm için bundan çekinmiyorum.
Alakasız bir biçimde bağlamak gerekirse, erkeklerin duygularını gösterememeleri konusunda hemfikir olan kadın alemine diyorum ki; gelin bir anlaşma yapalım, bundan sonra kadınlar ne düşündüklerini açıkça belli etsinler, erkekler de ne hissettiklerini.
Olacak şey mi?
IBM TURKO
Güzel ülke Türkiye'de çalışan kara kuru insanların sürekli yokluk çekmesine, işsizliğine, ölmesine alışkınız. Yörsan işçilerinin uzun süren direnişinin ardından kazandığı zafer epey sürpriz oldu aslında. Daha da aslına bakarsak anayasal bir hak olan sendikalaşma [1] çabaları sebebiyle işten çıkarılanların işine geri dönmesi bir zafer değil olsa olsa işverenin türlü çeşit oyunlarından birinin sona ermesidir.
Tuzla Tersanelerindeki can pazarı sürerken bunun önüne geçebilecek önlemlerin alınma teminatı yine sendikalaşmadır. Ortak kaderi paylaşan insanların işbirliğinden daha doğal ne olabilir ki? Ama isterseniz bunu bir de işveren açısından düşünebilirsiniz. Ankara Ticaret Odası'na, TÜSİAD'a MÜSİAD'a üye olan işverenlerin işyerlerinin kapatıldığını falan bir düşünün. Düşünülecek gibi değil değil mi?
Ama asıl yazmak istediğim bunlar değil. Bütün bu diğer iş kollarındaki sendikal mücadele sürüp giderken şimdi öğrendiğime göre bilişim sektöründe de bir hareketlenme söz konusu. 400 IBM TÜRK çalışanının 209 tanesi TEZ KOOP-İŞ'e üye olarak toplu sözleşme ve grev hakkını bir güzel kazanmış. [2] Peki ne olmuş? İşveren hayhay madem ki örgütlendiniz buyrun oturalım konuşalım mı demiş? Dememiş. Ama başka şeyler demiş.
Şimdi bu işler bir kitapta yazar, işini o kitaba uyduran da istediğini yapar. Mesela 2821 sayılı sendikalar yasasında 28 adet iş kolu var ve siz birini seçmek zorundasınız ve seçtiğiniz iş kolunda çalışıyor olmalısınız. Bilişim sektörü gibi yeni sayılabilecek bir iş kolu da takdir edersiniz ki yasa koyucunun genişş dünya görüşünden nasibini alamamış ve listede geçmiyor. Geçen iş kollarına bir bakalım:
1.Tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık, 2.Madencilik, 3.Petrol, kimya ve lastik, 4.Gıda sanayi, 5.Şeker, 6.Dokuma, 7.Deri, 8.Ağaç, 9.Kağıt, 10.Basın ve yayın, 11.Banka ve sigorta, 12.Çimento, toprak ve cam, 13.Metal, 14.Gemi, 15.İnşaat, 16.Enerji, 17.Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar. 18.Kara taşımacılığı, 19.Demiryolu taşımacılığı, 20.Deniz taşımacılığı, 21.Hava taşımacılığı, 22.Ardiye ve antrepoculuk, 23.Haberleşme, 24. Sağlık, 25. Konaklama ve eğlence yerleri, 26. Milli savunma, 27. Gazetecilik, 28. Genel işler
IBM Türk çalışanları da bakmış, bakmış, bakmış, 17. maddedeki büro kelimesi akıllarına yatmış ve bu iş kolunda örgütlenmişler.
İşveren gelmiş, o da bakmış bakmış, demiş ki yok arkadaş benim itirazım var siz büro çalışanı değilsiniz. Ama benim tahminim aslında hangi işkolunda olmaları gerektiğini de söylememiştir.
Ben de bakıyorum bakıyorum, bu 28'den birini tam seçeçekmiş gibiyken gene aklım karışıyor.
Ancak IBM TURK çalışanlarının kafası karışık değil, diyorlar ki, IBM TURK 1980 öncesinde (Ahh şu 12 Eylül öncesi yok mu!) BİL-İŞ sendikasını muhatap alıp üstüne toplu iş sözleşmesi de imzalamış. Üstelik kaderin cilvesine bakın ki BİL-İŞ de büro iş kolundaymış.
Onu bunu bırakalım da parmağın işaret ettiği yere bakalım burada mühim olan ne? 209 kişinin anayasal haklarını kullanmaya çalışmaları mı? Yoksa işverenin yan çizme çabaları mı?
[1] T.C Anayasası
Tuzla Tersanelerindeki can pazarı sürerken bunun önüne geçebilecek önlemlerin alınma teminatı yine sendikalaşmadır. Ortak kaderi paylaşan insanların işbirliğinden daha doğal ne olabilir ki? Ama isterseniz bunu bir de işveren açısından düşünebilirsiniz. Ankara Ticaret Odası'na, TÜSİAD'a MÜSİAD'a üye olan işverenlerin işyerlerinin kapatıldığını falan bir düşünün. Düşünülecek gibi değil değil mi?
Ama asıl yazmak istediğim bunlar değil. Bütün bu diğer iş kollarındaki sendikal mücadele sürüp giderken şimdi öğrendiğime göre bilişim sektöründe de bir hareketlenme söz konusu. 400 IBM TÜRK çalışanının 209 tanesi TEZ KOOP-İŞ'e üye olarak toplu sözleşme ve grev hakkını bir güzel kazanmış. [2] Peki ne olmuş? İşveren hayhay madem ki örgütlendiniz buyrun oturalım konuşalım mı demiş? Dememiş. Ama başka şeyler demiş.
Şimdi bu işler bir kitapta yazar, işini o kitaba uyduran da istediğini yapar. Mesela 2821 sayılı sendikalar yasasında 28 adet iş kolu var ve siz birini seçmek zorundasınız ve seçtiğiniz iş kolunda çalışıyor olmalısınız. Bilişim sektörü gibi yeni sayılabilecek bir iş kolu da takdir edersiniz ki yasa koyucunun genişş dünya görüşünden nasibini alamamış ve listede geçmiyor. Geçen iş kollarına bir bakalım:
1.Tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık, 2.Madencilik, 3.Petrol, kimya ve lastik, 4.Gıda sanayi, 5.Şeker, 6.Dokuma, 7.Deri, 8.Ağaç, 9.Kağıt, 10.Basın ve yayın, 11.Banka ve sigorta, 12.Çimento, toprak ve cam, 13.Metal, 14.Gemi, 15.İnşaat, 16.Enerji, 17.Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar. 18.Kara taşımacılığı, 19.Demiryolu taşımacılığı, 20.Deniz taşımacılığı, 21.Hava taşımacılığı, 22.Ardiye ve antrepoculuk, 23.Haberleşme, 24. Sağlık, 25. Konaklama ve eğlence yerleri, 26. Milli savunma, 27. Gazetecilik, 28. Genel işler
IBM Türk çalışanları da bakmış, bakmış, bakmış, 17. maddedeki büro kelimesi akıllarına yatmış ve bu iş kolunda örgütlenmişler.
İşveren gelmiş, o da bakmış bakmış, demiş ki yok arkadaş benim itirazım var siz büro çalışanı değilsiniz. Ama benim tahminim aslında hangi işkolunda olmaları gerektiğini de söylememiştir.
Ben de bakıyorum bakıyorum, bu 28'den birini tam seçeçekmiş gibiyken gene aklım karışıyor.
Ancak IBM TURK çalışanlarının kafası karışık değil, diyorlar ki, IBM TURK 1980 öncesinde (Ahh şu 12 Eylül öncesi yok mu!) BİL-İŞ sendikasını muhatap alıp üstüne toplu iş sözleşmesi de imzalamış. Üstelik kaderin cilvesine bakın ki BİL-İŞ de büro iş kolundaymış.
Onu bunu bırakalım da parmağın işaret ettiği yere bakalım burada mühim olan ne? 209 kişinin anayasal haklarını kullanmaya çalışmaları mı? Yoksa işverenin yan çizme çabaları mı?
[1] T.C Anayasası
MADDE 51. – (Değişik: 3.10.2001-4709/20 md.) Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.
[2] http://bilisimsendikasi.org/?page_id=17DIŞ SES
"Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Özdemir ASAF
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Özdemir ASAF
Yakıtı “istemek” olan bir cihaz gibiyim. Daha doğrusu 'gibiydim' -herkes gibi. Benim de büyük küçük, sayısız isteklerim vardı; karşılanan ya da karşılanmayan ama beni hep ileri iten istekler. Yapmak için çaba sarfettiklerim, oturup olmasını beklediklerim, olmayınca kızdıklarım, olunca hayal kırıklığına uğradıklarım... Herkes gibi işte.
Pencerenin kıyısında karanlıkta oturuyorum. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor ve bu beni hiç rahatsız etmiyor. Bakmak, görmek ve düşünmek yetiyor uzun süredir. Bir de daha fazla bakıp, görüp, düşünebilmek için gezmek. Bir nevi kalıcı turistlik hali. “Neyse.” diyerek toparlanıyorum. Uzun süredir konuşmadığımdan olacak, -sabah resepsiyondaki adama “Bir oda lütfen, sokağa baksın.” demiştim- sesim bir garip çıkıyor. Kalkıp pencereyi açıyorum. Benimle birlikte dışarı akan perde şehrin ağır havasında salınmaya başlıyor. Dışarıdan derin bir nefes alıyorum. Milyonlarca insanın yarattığı ses ve kokuyu taşıyor hava. Buraya hayat veren de bu, onların istek ve çabaları. Bu sayede burada hayat gerçekten akıyor. Binlerce yıldır güneş bir görünüp bir kaybolurken hep olduğu gibi. Hep aynı, fakat hep farklı. Kendimi bu kadar yabancı hissetme hazzını, bunu seyretmekten başka hiç bir şey vermiyor.
Bu haz uğruna, diğerleriyle oynamak yerine kenardan izlemeyi seçtiğim şu hayatın ufacık bir parçası, şimdi karşımdaki pencerede oynuyor. Gayet sade döşenmiş bir oda bu. İçinden taşan aydınlık renkleriyle karanlığı dışarı hapsediyor. Bana farklı açılardan bakan üç penceresi var. Soldaki açık pencerede uçuşan tül ve odanın içinde gezinen kızıl kadın dışarıdaki ses ve harekete uygun bir ritimde deviniyor. Oysa ben penceremi açmadan önce, soldaki köşede çıplak ayaklarını görüyordum. Sakin sakin oturuyordu. Şimdi tam karşımda duruyor. Arkası dönük. Saçlarının ıslak uçları çıplak sırtına dağılmış. Bir eliyle göğsünde birleştirdiği havlusunu tutarak eğilmiş, çekmeceleri karıştırıyor. Böyle hararetle bir şeyler aradığına göre onun da istediği bir şey var. Çünkü her hareket manalıdır.
Ne demişti manasızlıktan yakındığım dostum? “Bunları sen yaratmıştın, şimdi yine sen yıkıyorsun, üzerine etiketlenmiş bir manası yok yaşamın, okuyamıyorsun diye üzülme.” Sonra da eklemişti “ama sen oraya istediğini yazabilirsin.” İşte bunu beynimde döndürüp her şeyi yerli yerine koyunca, 'cihaza' gitgide daha az 'yakıt' koymaya başlamıştım. Hayatın koca bir şablon olduğunu farketmek son rahatsızlıklarımı da gidermişti. O zamandan beri rahatım. Yapmaktan zevk almadığım şeyleri tek tek gözden geçirip aslında çoğu alışkanlığın değişebildiğini gördükten sonra da durup yalnızca izlemeye başlamıştım.
Kızıl saçlı kadını gecenin penceresinde seyrederken ona hayat hikayeleri uyduruyorum. Hatta keyfini çıkarmak için bazen kendimi de katarak. Birazdan elinde bir fırçayla pencereye yaklaşıp saçını taramaya koyuluyor. Bakışları dümdüz dışarıda, gözleri dalarken elleri devam ediyor. Düşüncesine giriyorum: “Ahlak mıdır insanı hayvanlardan ayıran? Hiç sanmıyorum, olsa olsa ahlaksızlıktır. İyi yunuslar - kötü yunuslar diye bir kavram yokken insanlar için bunun anlamlı olması herhalde yeterli kesinlikte bir kanıttır. Zaten erkekleri tarafından saygı görmeyen dişi yunusların olduğu ütopik bir hikayede yaşamıyor muyuz?”
Düşünceleri beni şaşırtıyor, bunları dinlemek isterdim. Ama o, düşünmeyi ve fırçasını bırakıp sağda kayboluyor. Sonra bir an elini görüyorum, üzerindeki pembe havluyu karşıdaki yatağa fırlatıyor. Vücudunun pencereye düşen renkli gölgesinden giyinmeye başladığını anlıyorum. Dışarı çıkacak olmalı. Kolunda küçük bir çantayla, üzerindekileri çekiştirip düzelterek yeniden beliriyor.
Yasladığım pervazdan başımı ayırıp doğrulurken, o tülü içeri alıp penceresini kapatıyor. Bir an bana baktığını hayal ediyorum. Arkasını dönüp odadan çıkarken ışık sönüyor. Karşımda kalan koca karanlık bana hiç haz vermiyor.
Bu haz uğruna, diğerleriyle oynamak yerine kenardan izlemeyi seçtiğim şu hayatın ufacık bir parçası, şimdi karşımdaki pencerede oynuyor. Gayet sade döşenmiş bir oda bu. İçinden taşan aydınlık renkleriyle karanlığı dışarı hapsediyor. Bana farklı açılardan bakan üç penceresi var. Soldaki açık pencerede uçuşan tül ve odanın içinde gezinen kızıl kadın dışarıdaki ses ve harekete uygun bir ritimde deviniyor. Oysa ben penceremi açmadan önce, soldaki köşede çıplak ayaklarını görüyordum. Sakin sakin oturuyordu. Şimdi tam karşımda duruyor. Arkası dönük. Saçlarının ıslak uçları çıplak sırtına dağılmış. Bir eliyle göğsünde birleştirdiği havlusunu tutarak eğilmiş, çekmeceleri karıştırıyor. Böyle hararetle bir şeyler aradığına göre onun da istediği bir şey var. Çünkü her hareket manalıdır.
Ne demişti manasızlıktan yakındığım dostum? “Bunları sen yaratmıştın, şimdi yine sen yıkıyorsun, üzerine etiketlenmiş bir manası yok yaşamın, okuyamıyorsun diye üzülme.” Sonra da eklemişti “ama sen oraya istediğini yazabilirsin.” İşte bunu beynimde döndürüp her şeyi yerli yerine koyunca, 'cihaza' gitgide daha az 'yakıt' koymaya başlamıştım. Hayatın koca bir şablon olduğunu farketmek son rahatsızlıklarımı da gidermişti. O zamandan beri rahatım. Yapmaktan zevk almadığım şeyleri tek tek gözden geçirip aslında çoğu alışkanlığın değişebildiğini gördükten sonra da durup yalnızca izlemeye başlamıştım.
Kızıl saçlı kadını gecenin penceresinde seyrederken ona hayat hikayeleri uyduruyorum. Hatta keyfini çıkarmak için bazen kendimi de katarak. Birazdan elinde bir fırçayla pencereye yaklaşıp saçını taramaya koyuluyor. Bakışları dümdüz dışarıda, gözleri dalarken elleri devam ediyor. Düşüncesine giriyorum: “Ahlak mıdır insanı hayvanlardan ayıran? Hiç sanmıyorum, olsa olsa ahlaksızlıktır. İyi yunuslar - kötü yunuslar diye bir kavram yokken insanlar için bunun anlamlı olması herhalde yeterli kesinlikte bir kanıttır. Zaten erkekleri tarafından saygı görmeyen dişi yunusların olduğu ütopik bir hikayede yaşamıyor muyuz?”
Düşünceleri beni şaşırtıyor, bunları dinlemek isterdim. Ama o, düşünmeyi ve fırçasını bırakıp sağda kayboluyor. Sonra bir an elini görüyorum, üzerindeki pembe havluyu karşıdaki yatağa fırlatıyor. Vücudunun pencereye düşen renkli gölgesinden giyinmeye başladığını anlıyorum. Dışarı çıkacak olmalı. Kolunda küçük bir çantayla, üzerindekileri çekiştirip düzelterek yeniden beliriyor.
Yasladığım pervazdan başımı ayırıp doğrulurken, o tülü içeri alıp penceresini kapatıyor. Bir an bana baktığını hayal ediyorum. Arkasını dönüp odadan çıkarken ışık sönüyor. Karşımda kalan koca karanlık bana hiç haz vermiyor.
BİR NEVİ ROZARİN
Her gece içinde kaybolduğum bir karanlığım var benim. Her gece kapatıp kapılarımı, perdelerimi örtüp içine gömüldüğüm, petrol kıvamında, nefes aldırmayan bir karanlığım. Kötü kalpli bir üvey ana şefkatiyle bekliyor beni. Geceleri onun o iğrenç, ama karşı koyamadığım sıcağına teslim oluyorum. Pis kokulu kollarıyla sarıp uyutuyor beni, uyuşturuyor. Nefes alamıyorum, ne-fes alamıyorum.
Ama bazen de odama bir peri kızı geliyor. O kadar sakin ve usulca beliriyor ki kapımda, o fettan karanlık hiç karşı koyamadan odanın köşelerine çekiliveriyor, ona yol vermek zorunda, bunu iyi biliyor. Ve yanıma geldiğinde, meltem kokan saçlarının serinliğine kavuştuğunda yüzüm, hiç gitmese diyorum, bağırmak geçiyor içimden: “Bırakma beni!”. Ama o kadar sakin, duru ve durgun ki; o gelince, her şey; saatin o yorucu tik takları, bütün konuşmalarım, bütün uğultular, gece sesleri, her şey susuyor. Susuyorum.
Serin parmakları saçlarımın arasında dolaşırken, en gizli gözyaşlarımı döküyorum beyaz elbisesine. Her seferinde, ben daha gitme diyemeden, dünyanin en tatlı serinliğini veren o ince ve beyaz parmaklarıyla enseme dokunup veda ediyor.
Bu günlerde yine onu bekliyorum; onu, saçlarını ve ellerinin serinliğini.
USLU DUR
- Duruyorum.
- Uslu dur dedim sana.
- Duruyorum işte. Başka nasıl durayım?
- Duruşunu değiştir. Değiş.
- Niye? Sen benim gibi olmak ya da benim duruşumu ölçmek zorunda değilsin.
- Dikkafalılık etme.
- Dikkafalılık edebilmek için senin otoriteni sayıyor olmalıyım.
- Allah cezanızı versin dünya sizin gibiler yüzünden bu halde, ahlaksız, şerefsiz herifler. Uslu dur dedim sana!
- d u r u y o r u m
- Uslu dur dedim sana.
- Duruyorum işte. Başka nasıl durayım?
- Duruşunu değiştir. Değiş.
- Niye? Sen benim gibi olmak ya da benim duruşumu ölçmek zorunda değilsin.
- Dikkafalılık etme.
- Dikkafalılık edebilmek için senin otoriteni sayıyor olmalıyım.
- Allah cezanızı versin dünya sizin gibiler yüzünden bu halde, ahlaksız, şerefsiz herifler. Uslu dur dedim sana!
- d u r u y o r u m
"Sıraselviler'den Cihangir'e doğru inerken Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin duvarının önünde siyah bir erkek yerde yatıyor: Kolu ve eli alçıda...
Alçıdan görünen parmak uçlarında kan kurumuş... Alnında küçük bir bandaj var, başında delikler açılmış...
Muhabirimizi Bawer Çakır ve ben duraladık, diyaframı inip çıkıyor, yani nefes alıyor... Oradan geçen onca insan arasından yalnızca biri daha bu manzaraya bakıp, geçip gidemedi, durdu... Hep birlikte uyandırdık, kim olduğunu ve ona ne olduğunu anlatmasını istedik."Nilüfer ZENGİN'in haberi...
AVRET
"Ve şöyle demiştik: Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol bol yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz." (el-Bakara, 2/35; el-A'raf, 7/19.)
...
"Biz Âdem'e şöyle demiştik: Ey Âdem!. Bu İblis, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşin sıcağında yanmazsın" (Tâhâ, 20/117-119.)
...
"Şeytan onlara, kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek için vesvese verdi ve şöyle dedi: "Rabbiniz size bu ağacı iki melek olmamanız ve sürekli olarak cennette kalmamanız için yasakladı. Ayrıca onlara: "Ben sizin iyiliğinizi istiyorum" diye de yemin etti." (el-A'râf, 7/20-21)
...
"Böylece İblis onları aldatarak ağaçtan yemeğe sevketti. Ve ağacın meyvesinden tadınca, avret yerleri onlara göründü. Cennet yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle nida etti: "Ben size bu ağaçtan yemenizi yasak etmedim mi? Ve size şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır demedim mi." (el-A'râf, 7/22.)
... ve olaylar gelişir ...
...
"Biz Âdem'e şöyle demiştik: Ey Âdem!. Bu İblis, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşin sıcağında yanmazsın" (Tâhâ, 20/117-119.)
...
"Şeytan onlara, kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek için vesvese verdi ve şöyle dedi: "Rabbiniz size bu ağacı iki melek olmamanız ve sürekli olarak cennette kalmamanız için yasakladı. Ayrıca onlara: "Ben sizin iyiliğinizi istiyorum" diye de yemin etti." (el-A'râf, 7/20-21)
...
"Böylece İblis onları aldatarak ağaçtan yemeğe sevketti. Ve ağacın meyvesinden tadınca, avret yerleri onlara göründü. Cennet yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle nida etti: "Ben size bu ağaçtan yemenizi yasak etmedim mi? Ve size şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır demedim mi." (el-A'râf, 7/22.)
... ve olaylar gelişir ...
MASAL MASAL MATITAS
Yalnız birey, pornocu bireydir.
Olmadı mı?
Yalnız birey, kendi kendini tatmin eden bireydir.
Oldu şimdi. Hadi uyu...
Olmadı mı?
Yalnız birey, kendi kendini tatmin eden bireydir.
Oldu şimdi. Hadi uyu...
HAYATIN ACEMISI
Ufacık minicikken sanırdım ki büyükler neyi ne zaman nasıl yapacaklarını büyük bir kesinlikle bilirler. Belki bir kitapta yazıyordur ya da birisi anlatıyordur. Ama büyüdükçe beklentim boşa çıkmaya başladı. Kimse bir şey söylemiyor, ben sormaya çekiniyordum. Arkadaşlarımın mesela anne babama teyze-abi diye hitap etmesi ne kadar doğal geliyorsa, benim onların büyüklerine hitap edecek şekil bulamamam o kadar ruhumu daraltıyordu. Bunlara karar veren organizmanın oralarda bir yerde olması gerektiğine dair inancım güçlenirken geri düşeceğim uçurum yükseliyordu.
Şimdi bugün bile paranoyaklığım zirve yaptığında benim haberdar olmadığım büyük bir mutabakatın varlığından şüphe etmeden duramıyorum. Yanıma yandaş bulamıyorum. Oturup alakalı alakasız konulardan -bulantı geçirmeden- uzun uzun konuşup ilişkilerini sağlamlaştırırken insanlar, benim sosyal yeteneklerim yüzümde zoraki gülümsemem ve iki çift lafı ortaya koyabilmek için gösterdiğim gülünç çabadan ibaret kalıyor.
Ben de yapılabilecek en iyi şeyi yapıp en başından beri hep kaçıyorum.
[dudağımı ısıran karınca bunları düşünüyordu]
Şimdi bugün bile paranoyaklığım zirve yaptığında benim haberdar olmadığım büyük bir mutabakatın varlığından şüphe etmeden duramıyorum. Yanıma yandaş bulamıyorum. Oturup alakalı alakasız konulardan -bulantı geçirmeden- uzun uzun konuşup ilişkilerini sağlamlaştırırken insanlar, benim sosyal yeteneklerim yüzümde zoraki gülümsemem ve iki çift lafı ortaya koyabilmek için gösterdiğim gülünç çabadan ibaret kalıyor.
Ben de yapılabilecek en iyi şeyi yapıp en başından beri hep kaçıyorum.
[dudağımı ısıran karınca bunları düşünüyordu]
NE KA EKMEK O KA KÖFTE
Yaşanıp bitmiş şeyler ne kadar yaşanmamış gibi. Yaşanıp bitmemiş şeyler ne kadar yaşanmamış gibi. Birini diğerinin içine sokmak ne kadar kolay gibi. Ne kadar da z o r.
COMFORTABLY NUMB
"Hiç bir şey hissetmiyorum" dedi interfondaki ses. Interi bir yana fonu bir yana attım söküp. Duvarlar dışarı esnedi. İçi gitti, fonunda kaldım lafın. Ölü yanım kıpırdadı sandım -ya da sandığımı sandım-.
Sandığıma doldu bu da. Laçka kapağına bir tekme atıp küfrederek kapattım. Devrildi. Bir an, 5 sene önce takla atıp devirdiğimiz aracın içindeki eşyalar gibi, bir daha hiç toplanamayacak şekilde dağılacağı gün geldi aklıma. Sonra "benimki o gün dağılsa daha iyi mi olacaktı acaba" diye düşündüm. Kalktım, düşündüklerimden utanmadan dağılanlardan birazını geriye, yüklü bir kısmını çöpe attım ve kapattım.
Kendimi bir kum torbası gibi tavana asıp artistik yumruk hareketleriyle hırpaladığım geldi gözümün önüne, sonra da sarılıp ağladığım. Oysa yatağımda öyle mal gibi oturuyordum. Hazzın ya da hüznün kasılışları olmadan, bin yıldır unuttuğum bir şeyi umutsuzca hatırlamaya çalışır gibi bir ifade vardı suratımda, ya da öyle olması memnun ederdi beni.
Üşenmedim dürttüm.
Sandığıma doldu bu da. Laçka kapağına bir tekme atıp küfrederek kapattım. Devrildi. Bir an, 5 sene önce takla atıp devirdiğimiz aracın içindeki eşyalar gibi, bir daha hiç toplanamayacak şekilde dağılacağı gün geldi aklıma. Sonra "benimki o gün dağılsa daha iyi mi olacaktı acaba" diye düşündüm. Kalktım, düşündüklerimden utanmadan dağılanlardan birazını geriye, yüklü bir kısmını çöpe attım ve kapattım.
Kendimi bir kum torbası gibi tavana asıp artistik yumruk hareketleriyle hırpaladığım geldi gözümün önüne, sonra da sarılıp ağladığım. Oysa yatağımda öyle mal gibi oturuyordum. Hazzın ya da hüznün kasılışları olmadan, bin yıldır unuttuğum bir şeyi umutsuzca hatırlamaya çalışır gibi bir ifade vardı suratımda, ya da öyle olması memnun ederdi beni.
Üşenmedim dürttüm.
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
T. Uyar
HALKI ASKERLIGE ISITMAK
Sokakta kıstırabildiğiniz herkese sorun; "Askere gider misiniz?" hepsi anında "çağırsınlar şimdi giderim" der. Gerçi benim kıt aklıma göre aslında ya "umarım çağırmazlar" ya da "yok canım çağırmazlar niye çağırsınlar ki?" diyorlardır. İçimizi sımsıcacık kan kokusuyla dolduran bu asil duygu, ne güzel evimizde, bir parkta, bir dost evinde otururken burnumuza barut ve kan kokusu gelmeden mutlu olabilme yetimizle çelişmiyor mu?
Olmaz ya, olur da bir gazete parçasında "zorunlu olarak elime silah alıp emir altına girmeyi vicdanen reddediyorum" diyen birileri olduğunu öğrendiğimizde cesaretine hayran kalmıyor muyuz? Sokakta "giderim!, ederim!" diyen insanların büyük çoğunluğunun bunu derken sürekli pompalanan "düşmanın vatanımızı elimizden alması" durumunu düşünerek giderim dediğini, sorunuz "Afganistan'a, Irak'a gider misin? BM/NATO gücüne katılır mısın?" olsa eliyle ayıp hareketler yapacağını tahmin edemez misiniz?
Yukarıdaki gülüşüne tez zamanda kavuşmasını dilediğim Mehmet Bal, Türkiye'deki vicdani retçilerden biri. Bu güne gelmeden Yıldırım Türker'in 2002'de Bal hakkında yazdığı yazıya bakalım:
Bu güne gelmek istemiyorum. 22 Ocak 2003 tarihinde vicdani reddini açıklayan ve oldukça zor zamanlar geçiren Mehmet Bal 8 Haziran 2008 Pazar gününden beri -yeniden- hiç de keyifli değil. Bizi kötü muamele görmediğine inandıracak bir gerçeklik içinde de yaşamıyoruz. Yüreği kaldıracak olanlar son 5 gününü okuyabilir.
Fotoğraf temsilidir.
(Gerçi gerçeğinin daha iç açıcı olmayacağını da biliyoruz.)
Olmaz ya, olur da bir gazete parçasında "zorunlu olarak elime silah alıp emir altına girmeyi vicdanen reddediyorum" diyen birileri olduğunu öğrendiğimizde cesaretine hayran kalmıyor muyuz? Sokakta "giderim!, ederim!" diyen insanların büyük çoğunluğunun bunu derken sürekli pompalanan "düşmanın vatanımızı elimizden alması" durumunu düşünerek giderim dediğini, sorunuz "Afganistan'a, Irak'a gider misin? BM/NATO gücüne katılır mısın?" olsa eliyle ayıp hareketler yapacağını tahmin edemez misiniz?
Yukarıdaki gülüşüne tez zamanda kavuşmasını dilediğim Mehmet Bal, Türkiye'deki vicdani retçilerden biri. Bu güne gelmeden Yıldırım Türker'in 2002'de Bal hakkında yazdığı yazıya bakalım:
Adanmış bir ülkücüydü. Uşak'ın Banaz ilçesinden, çiftçilikle uğraşan altı çocuklu bir ailenin oğluydu. Vatan millet aşkıyla yanıp tutuşuyor, yoksulluğa, adaletsizliğe olan tepkisini milliyetçiliğin bayrağına sarılarak gösteriyordu. Meslek lisesi mezunuydu. Gözü karaydı. İnancı ve gençliğinin sarhoşluğu içinde sürüklenmeyeceği serüven yoktu. Nitekim bir gün iki arkadaşıyla birlikte bir kuyumcunun öldürülmesi olayına karıştı. Cinayetin siyasi bir yanı yoktu. Ama cinayetin aydınlanması ve tutuklanması, Mersin'de yapmakta olduğu askerliğine rastladı. Henüz 20 yaşındaydı. Eskişehir Askeri Cezaevi'nin bir koğuşu artık ondan soruluyordu. Koğuş mümessiliydi. Ardındaki cinayetten söz etmez, kuyumcunun ölümündeki sorumluluğunu kabul etmezdi. Adı, Mehmet Bal'dı.
Bir gün koğuşuna bir vicdani retçi geldi. O zamana dek tanıdığı kimseye benzemiyordu. Mehmet, koğuş mümessilliğini ciddiye alırdı. Yeni gelenleri korumaya çalışır, onların ezilmesine izin vermezdi. Yeni gelen tuhaf adamla uzun uzun tartışıp onu anlamaya çalıştı. Adam, asker kaçağı değildi. Askerlik yapmak istemediğini gerekçeleriyle açıklamış, başına gelecekleri de kabul etmişti. Hayır, silaha dokunmayacaktı. Hayır, askerlik eğitiminden geçmeyecekti. Hayır, bedeli hapis de olsa asker olmayacak, sayılı gündür geçer deyip katlanmayacak, inancını savunacaktı. Vicdandan, vicdanın kan kardeşi retten bahsediyordu. Bu en ağır sivil itaatsizlik eylemiyle savaşın, ölümün, emir alıp emir verme üstüne kurulu toplumsal ilişkilerin karşısına dikiliyordu. Kasırga karşısında bir saz kadar güçsüzdü. Ama öte yandan göz kamaştırıcı bir gücü vardı. Koruma altına almayı, geçiştirmeyi reddettiği hayatının kırılganlığından alıyordu bu gücü. Sorgulanması imkânsızlaştırılmış, tabular anası olarak göğsümüze çökmüş bir konuda akıllı olmayı bir yana bırakıp bize vicdanının uğultusunu dinletiyordu. Güvendiği büyükleri yoktu. Savaşın ve hayatın emir-komuta zincirinin bir halkası olmayı reddeden bu adamın tahliye edildikten bir süre sonra yine hapishaneye kendi iradesiyle dönüşü inanılmazdı. Belki de Mehmet, adama o an inanmaya başladı.
Bu güne gelmek istemiyorum. 22 Ocak 2003 tarihinde vicdani reddini açıklayan ve oldukça zor zamanlar geçiren Mehmet Bal 8 Haziran 2008 Pazar gününden beri -yeniden- hiç de keyifli değil. Bizi kötü muamele görmediğine inandıracak bir gerçeklik içinde de yaşamıyoruz. Yüreği kaldıracak olanlar son 5 gününü okuyabilir.
(Gerçi gerçeğinin daha iç açıcı olmayacağını da biliyoruz.)
ALGILAYAMAZSAN ALGILARLAR GÜLÜM
"Kanıtı Olmayan Gerçekler" 2007 Mayısında NTV yayınlarından çıktı. Bir takım -zekası mı yoksa görüşleri mi, ya da ikisi birden mi ileri olan- abi/abla'ların beyin karincalanmalarından oluşmuş bir kitap. Dün akşam Toygun Orbay'ın yazdığı Yirmibironbes Treni adlı hayli varoluşçu oyunu son kez oynamaya giderken bu kitabi okuyordum.
Matematikçi, bilgisayar bilimcisi, siberpunk öncüsü ve romancı Rudy Rucker'in (büyük-büyük-büyük dedesi Hegel oluyor) yazısında geçen bir söz varoluşçu düşünce ile yaşadığımız evreni açıklamak için kullanılan diğer yolların ne kadar örtüştüğünü gösterdi bana.
"Farklı bir "Çok sayıda Evren" teorisi önermek istiyorum. Muhtemel her evrenin varolduğunu söylemek yerine, "roman taslakları" örneğine benzer şekilde, bir muhtemel evrenler dizisi olduğunu düşünüyorum. Bizler, evrenin taslak versiyonlarından birinde yaşıyoruz ve nihai versiyon diye bir şey de yok. Tashih ise hiç bitmiyor.Bu bana içinde yaşadığımız hayatın, kendi seçimlerimizle şekillenip kendi mana dünyamızla anlam kazandığı fikrini anımsattı. Olmasını mecbur tuttuğum, olmadığı zaman üzüldüğüm şeylerin ne kadar kaypak bir zeminde durduğunu da. Bilincimizin algılayabiliğimiz evreni kontrol edebildiğine anlık da olsa inanabilmek huzur ile huzursuzluk arasında bir pinpon karşılaşması yapıldığı izlenimi veriyor. Galibi olmayan, fakat değişik atraksiyonlarla haz veren sonsuz bir karşılaşma. Her iki tarafta da benliğin anlık yer değiştirmeleriyle oynanan, bulunduğun tarafa bağlı olarak hazdan hüzne gidip gelen bir acayip durum. Bir yaşantı ya da kaşıntı. Aslında hepsi birden, yani hiç biri.
Bunun zaman zaman farkina varmak mümkün. Özellikle de şöyle bir sakinleşip, her şeyi adlandırmaktan ve fikirler oluşturmaktan vazgeçtiğinizde, bilinciniz birkaç taslak evrene doğru uzanıveriyor. Siz mecbur etmediğiniz sürece, hiçbir şey belli bir şekilde olmak zorunda değildir."
RUYA
Ayaktayım yürüyorum.
Başka yürüyenler de var,
Görmüyorum.
Ama biliyorum eline değiyor elim.
Alıp öpüyorum.
Konuşur gibi yapıyor,
Dudakların
hareketini görüyorum.
Alt dudağım büyüyor,
Bilmiyorum, diyorum.
Ayaktayım,
Ayaklarımı arkamdan sürüklüyorum.
Yollar var, çıkıyorum, giriyorum.
Kimse yok ortalıkta
İyi biliyorum.
Evler var girip çıkılan
Ben de birine giriyorum.
Yorulmuşum.
Önce beyaz koltuklara oturup
Sonra siyah yataklara giriyorum.
Çıkmışım, koşuyorum
İnsanları görüyorum.
Çarpacağım biliyorum,
Çarpıyorum, düşüyorum, bölünüyorum,
Neyse ki görünmüyorum.
Durdum.
Şimdi
Hiç
bir
şey
Düşün
mü
yorum.
Başka yürüyenler de var,
Görmüyorum.
Ama biliyorum eline değiyor elim.
Alıp öpüyorum.
Konuşur gibi yapıyor,
Dudakların
hareketini görüyorum.
Alt dudağım büyüyor,
Bilmiyorum, diyorum.
Ayaktayım,
Ayaklarımı arkamdan sürüklüyorum.
Yollar var, çıkıyorum, giriyorum.
Kimse yok ortalıkta
İyi biliyorum.
Evler var girip çıkılan
Ben de birine giriyorum.
Yorulmuşum.
Önce beyaz koltuklara oturup
Sonra siyah yataklara giriyorum.
Çıkmışım, koşuyorum
İnsanları görüyorum.
Çarpacağım biliyorum,
Çarpıyorum, düşüyorum, bölünüyorum,
Neyse ki görünmüyorum.
Durdum.
Şimdi
Hiç
bir
şey
Düşün
mü
yorum.
BASTA VE SONDA AYRI
GEYİKLİ GECE
Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk
Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak
Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık
Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden
"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli
Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor
Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında
Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı
Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk
"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"
Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.
TURGUT UYAR
HOYDA BRE!
Bursa'nın Mustafakemalpaşa İlçesi'ne bağlı Yalıntaş Beldesi’nde yapilan geleneksel güreş karşılaşmalarında iki 'pehlivan' tekme tokat birbirine girmiş.
Radikal gazetesi olayı şu ayrıntılarla veriyor:
"Başpehlivanlık finalinde karşılaşan Osman Aynur ile Ekrem Yavuz arasında güreş sırasında başlayan küfürleşme, kavgaya dönüştü. Yumruk ve tekmelerin havada uçuştuğu kavgayı, jandarma güçlükle ayırdı."
Pehlivanlığı başpehlivanlık finalinde güreş tutabilecek kadar bilen bu yiğitleri ne çoşturmuş olabilir ki?
HAZi RAN
Bugun Pazar
Bugun pazar.
Bugun beni ilk defa gunese cikardilar.
Ve ben omrumde ilk defa gokyuzunun
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar genis olduguna sasarak
kimildamadan durdum.
Sonra saygiyla topraga oturdum,
dayadim sirtimi duvara.
Bu anda ne dusmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hurriyet, ne karim.
Toprak, gunes ve ben...
Bahtiyarim...
NAZIM HIKMET
TODAY IS SUNDAY
Today is Sunday.
For the first time they took me out into the sun today.
And for the first time in my life I was aghast
that the sky is so far away
and so blue
and so vast
I stood there without a motion.
Then I sat on the ground with respectful devotion
leaning against the white wall.
Who cares about the waves with which I yearn to roll
Or about strife or freedom or my wife right now.
The soil, the sun and me...
I feel joyful and how.
NAZIM HIKMET
Translated by Talat Sait Halman.
(Literature East & West, March 1973)
Nazım Hikmet Ran (November 20, 1901 – June 3, 1963), commonly known as Nazım Hikmet (pronounced [nɑːˌzɯm hikˈmɛt]), was a Turkish poet, playwright, novelist and memoirist who is acclaimed in Turkey
as the first and foremost modern Turkish poet, is known around the
world as one of the greatest international poets of the twentieth
century.[1] He earned international fame with his lyric power, through the "lyrical flow of his statements".[2] He has been referred to as a "romantic communist"[3] or a "romantic revolutionary".[2]
He was repeatedly arrested for his political beliefs and spent much of
his adult life in prison or in exile. His poetry has been translated
into more than fifty languages.
Bugun pazar.
Bugun beni ilk defa gunese cikardilar.
Ve ben omrumde ilk defa gokyuzunun
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar genis olduguna sasarak
kimildamadan durdum.
Sonra saygiyla topraga oturdum,
dayadim sirtimi duvara.
Bu anda ne dusmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hurriyet, ne karim.
Toprak, gunes ve ben...
Bahtiyarim...
NAZIM HIKMET
TODAY IS SUNDAY
Today is Sunday.
For the first time they took me out into the sun today.
And for the first time in my life I was aghast
that the sky is so far away
and so blue
and so vast
I stood there without a motion.
Then I sat on the ground with respectful devotion
leaning against the white wall.
Who cares about the waves with which I yearn to roll
Or about strife or freedom or my wife right now.
The soil, the sun and me...
I feel joyful and how.
NAZIM HIKMET
Translated by Talat Sait Halman.
(Literature East & West, March 1973)
Nazım Hikmet Ran (November 20, 1901 – June 3, 1963), commonly known as Nazım Hikmet (pronounced [nɑːˌzɯm hikˈmɛt]), was a Turkish poet, playwright, novelist and memoirist who is acclaimed in Turkey
as the first and foremost modern Turkish poet, is known around the
world as one of the greatest international poets of the twentieth
century.[1] He earned international fame with his lyric power, through the "lyrical flow of his statements".[2] He has been referred to as a "romantic communist"[3] or a "romantic revolutionary".[2]
He was repeatedly arrested for his political beliefs and spent much of
his adult life in prison or in exile. His poetry has been translated
into more than fifty languages.
UÇUR BİZİ PEPE
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)