TAKSE PETIKO LUNA


Büyük Han - Lefkoşa / 2008

...

Uzun zaman sonra elim sonsuzolasiliksizlikmotoru gibi absurd uzunlukta bir ismi olan bu blogun "New Post" butonuna uzandiginda, bir an "Last Post" yazan bir buton arzu ettim.

Tamamen rastlantisal ruh hallerinden raslantisal denemeler cikarmaya ugrasmak, keyifli bir ugrasiydi. Simdi olasiliksizlik motorunu, rastlantisal bir baska gerceklikte durdurup, kendisini kendi haline birakiyorum.

Başkalarda görüşmek üzere.

...

S.O.S

"Sevgili kardeşimiz için geliyor; Davud Güloğlu - Bu Mezarda Sevdigim Var."

...
uzakta dağlar altında
yalnız uyur oralarda
bu mezarda sevdiğim var ,
bu mezarda anacım var ,
bu mezarda babacım var,
canım sevdiğim.
...


Geceyarısı, ormanda
yalnız oturduğunu
söyleyen bir
adam radyodan istedi.

S A V E N O W !

b u n e ?

"Tanrılar yeni yaratıldılar."

-neydi bu?

EŞEK SUDAN GELİNCEYE KADAR


Sakarya'nın Karapürçek İlçesi'nin Teketababan Köyü'nde evlere su sayacı takmak için gelen Adapazarı Su Kanalizasyon İdaresi ekipleri eli sopalı köylülerin direnişi ile karşılaştı.

Büyükşehir belediye sınırlarının genişletilmesi sonucu Teketaban köyüne şebekelere sayaç takmak üzere gelen ADASU ekipleri köylülerin direnişiyle karşılaştı. Ekipleri gören kadın ve çocuklar ellerinde sopalar alarak ekipleri köye sokmadı. Ekiplerin yardım istemesi üzerine olay yerine çok sayıda jandarma ve polis ekibi sevk edildi.

Öte yandan köylüler ADASU yetkililerine tepki göstererek önce hizmet almak istediklerini belirterek "Biz bu şebekeyi imece usulü ile yıllar önce yaptık. Hiçbir altyapı yapmadan. Hizmet vermeden yangından mal kaçırır gibi köyümüze jandarma ve polisle birlikte baskın yapıyorlar. Şebeke bizim ADASU'nun değil. Bu su bizim. Bizim suyumuza nasıl saat takacaklar. Önce hizmet versinler. Sonra gelsinler saat taksınlar. Hizmet vermeden saat takmaya çalışırlarsa hiç istenmeyen olaylar olur" dediler.

ADASU Genel Müdürü Rüstem Keleş, büyükşehir sınırlarına alındıktan sonra Karapürçek ilçesine yatırımlar yapmaya başladıklarını, kurdukları arıtma tesisinden bir yıldır ilçedeki 14 köye su vermeye başladıklarını bildirdi.

Keleş, 13 köyde su sayacı takıldığını, ekiplerin bir sorunla karşılaşmadığını ifade ederek, "Teketaban köyünde sorunla karşılaştık. Bu köylere bir yıldır su vermemize rağmen su sayacı takmadık. Kanuni haklarımız neyse, onu sonuna kadar kullanacağız. Teketaban köyünde bazı vatandaşlar su faturası ödememek için, provokasyon yapıyorlar. Kullandıkları suyun faturasını ödemek zorundalar. Daha önce kendi imkanlarıyla ve bizim yaptığımız yardımlarla su ihtiyaçlarını karşılıyorlardı" diye konuştu.

Kaynak: sesonline.net, sakaryagundem.com, stargazete.com,

HİÇ YOKTAN KÖTÜDÜR PİŞMANLIK

Pişmanlık üzer insanı.
Hayat uzar,
Acı, ince bir iz bırakarak sürüklenir ardından.
Yapılan her iyilik zamanla karşılığını kaybeder.
Sürünsen de -annen değildir- beklemez seni hayat.

Dibi kendine varan bir kuyudur pişmanlık.
Her kaybeden bir şans daha ister.
Hak doğal sanrısıdır ütülenin.
Hukuk bozar insanı,
Adalet müzmin noksan.

Pişmanlık bir derin pusudur,
Kendine kurar, kendini vurur insan.

Olanı bilmez olmayan.
Bilmeyeni bozmaz varolmak.

Aydınlık dipli derin bir kuyudur pişmanlık.
Aydınlık olsa da kuyudur.

İnsan ipsiz bir kovadır.
Asıl "boşken ağırdır hayat".
girne/mirne 07/08

BOSLUKLAR

"Sence, nereye gidebilir?"
Kadın gökyüzüne bakmıştı uzun uzun; muhtarın sorusunu Tanrı'ya aktarmıştı sanki, yanıt alamamıştı, ya da yanıt verilmişti verilmesine de o işitememişti. Bu sırada, muhtar, kadının bakışlarında öylesine derin bir boşluk görmüştü bir an ve sonraki yıllarda, sık sık anımsamıştı bu bakışları; her kadının gözünde bir erkeğin kaybolup gideceği boşluk bulunduğuna inamıştı. Hatta memeleri elma yarımı kadar kabarmış kabarmamış bütün kızların gözlerine dikkatle bakmıştı o boşluk doğuştan mı geliyor diye.
Hasan Ali Toptaş - Gölgesizler

Tarihsel olarak, uzaklık söylemini Kadın gerçekleştirir: Kadın oturgan, Erkek avcı, yolcudur; Kadın sadıktır (bekler), Erkek hovardadır (gezer, tavlar). Uzaklığa biçim veren, onun düşlemini gerçekleştiren Kadın'dır, çünkü buna zamanı vardır; örgü örüp şarkı söyler; iplik eğiren kadınların şarkıları hem kımıltısızlığı (çıkrığın mırıltısı), hem uzaklığı söyler (uzakta, yolculuğun uyumları, denizin dalgaları, nal sesleri). Bunun sonucu olarak, ötekinin uzaklığından sözeden her erkekte, dişillik beliriverir: bekleyen ve bunun acısını çeken bu adam mucizemsi bir biçimde dişileşmiştir. Bir erkek cins değiştirdiği için değil, aşık olduğu için dişileşir (Söylen ve ütopya: geçmiş, içlerinde dişilik bulunan öznelerindi, gelecek de onların olacaktır).
Roland Barthes - Bir Aşk Söyleminden Parçalar

SUSKUNLAR

İhsan Oktay Anar, "Puslu Kıtalar Atlası"ndan bu yana nereye gitse hiç sormadan peşinden gidebileceğim bir yazar: Bir yandan onun çizdiği yollarda kaybolmayı, öte yandan da gidebilceği yerleri sevdiğim için...
Kelimelerle döşediği yollardan tıpır tıpır geçerken omuzlarım eski zaman insanlarına her değdiğinde, zamanın ve mekanın o noktasında yaşamamış olduğuma üzülmeye başlıyorum. Son anda toparlıyorum kendimi, burada, şimdi Anar ile aynı uzamda varolmak çok daha keyifli.
Satırlarının arasında gizli binlerce hazineden bir iki tanesinin parıltısını bulmak, düşüncelerimin gittiği yoldan akan bir benzerlik yakalamak bütün her şeye karşı olan direncimi arttırıyor.
İyi ki varsın usta.


"Başlangıçta sukut var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegah makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nur oldu. Ve nağme boşlukta yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan, bu Yegah nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, birinci gün.

Ve Yaradan Dügah makamında terennüm etti. Ve suların ortasında bir azim kubbe peydah oldu. Ve kubbe ta arşa kadar yükseldi. Ve nağme, işte bu kubbede yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Dügah nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, ikinci gün.

Ve Yaradan Segah makaminda terennüm etti. Nağme çöllerde ve enginlerde yankılanıp geri göndü. Ve Yaradan bu Segah nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve terennüme devam etti. Nağme ile mest olan toprak, ot, ve tohum veren sebze ve meyve veren ağaçlar hasıl etti. Ve akşam oldu ve sabah oldu, üçüncü gün.

Ve Yaradan Çargah makamında terennüm etti. Ve bu nağme vecde gelip ışıl ışıl ışıldayan yıldızların ve kendisiyle, Yaradan'ın hem Gündüz'e hakim olduğu Güneş ve hem de geceye hakim olduğu Kamer'in bulunduğu göklerde yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Çargah nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, dördüncü gün.

Ve Yaradan Pençgah makaminda terennüm etti. Ve bu nağme, envai çeşit deniz canavarlarıyla ve türlü türlü canlı mahlukatla kaynayan deniz dibinde ve çeşit çeşit kanatlı kuşla dolu semada yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan bu Pençgah nağmenin güzel olduğunu gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, beşinci gün.

Ve Yaradan Şeşgah makamında terennüm etti ve gelecek olan yankıya kulak kabarttı. Ancak bu kez, nağme yankılanmadı. Bununla birlikte Yaradan baktı ki, uzaklarda bir yerden aynı makamda bir avaz gelir, hemen tanıdı: Cins cins canlı mahlukatın ve yürüyenlerin ve sürünenlerin ve denizdeki balıkların, göklerdeki kuşların ve her şeyin hakimi ilan edip mübarek kıldığı İnsan'ın sesiydi bu. Yaradan bu sesin pek o kadar çirkin olmadığını gördü. Ve akşam oldu ve sabah oldu, altıncı gün.

Ve Yaradan Heftgah makamında es eyleyip sustu. Çünkü sesini Yer ile Gök arasındakilere işte böyle duyurmuştu. Ve Yaradan, yedinci günü mübarek kılıp takdis eyledi ve dinlendi."
SUSKUNLAR (s.137-139)

SUS

Pek ummadan bekliyordum, geldi işte. Ağrısı sızısıyla da olsa keyiften kaçınmayan, bir zaman önce gömdüğüm kendim. Elini uzatıp, enseme asılarak çekti kendini yukarı ve kulağıma dedi ki; "Omuz omuzayız artık, altlı üstlü değil. Gücün bana yetmez, yaşamını devralıyorum. Sus ve keyfini çıkar."











“Ben Hiç kimseyim! Sen kimsin?
Sen de mi—-Hiç kimsesin?
Bir çift ettik desene!
Söyleme! İlân ederler—-bilirsin!

Ne sıkıcı—-birisi—-olmak!
Ne sıradan—-bir Kurbağa gibi—-
Adını söylemek—-bütün Haziran boyunca—-
Sana hayran bir Bataklığa!”
Emily Dickinson

TEPETAKLA

"Heard about the guy who fell off a skyscraper? On his way down past each floor, he kept saying to reassure himself: "Jusqu'ici, tout va bien. Jusqu'ici, tout va bien..." So far so good... so far so good... so far so good.

How you fall doesn't matter. It's how you land!"




- Le Haine

GAMMAZ DİZLER*

Uyuyordum uyandım. Karanlık koyu. Masada bir kavanoz. Kapağını açıp göğsüme dayadım. Gözlerimle ıkınıp içine boşaldım. Kapağını sıktım. Kaldırıp rafa koydum. Oldukça hafifledim. Ruhum ağırmış meğer. "Ağırlıktan da beter", dedi dostum dizlerim, "artık hantallaşmıştı, en iyisini sen yaptın". Oracıkta kıvrılıp tekrar uykuya daldım. Karanlıktan da koyu, boşluktan da karanlık.

Uyuyordum uyandım. Bir şey canımı sıkmış. Gülerek, ağlayarak, hüzünlü ve neşeli uyanmaya alışkınım. Ama uyurken sıkıldığım vaki değildi daha. Sıkılmama imkan yok, ruhum kavanozda kapalı. Dizlerimi dinledim: "Git de bir bak sen şuna, ruhun oyun oynamış ağırlığı burada". Kalktım rafa uzandım, kavanozun içinde sadece sevdiklerim.

Ruhumu çimdikledim, bir kahkaha patlattı, ne sinsiymiş meğer, beni kavanoza kapattı.


*Poe abiye göz kırparaktan. (gammaz yürek)

HEPSİ BASİTÇE

Kafamı karıştırma, orası çöplük gibi. Her şey atılmış, eski, unutulmuş. Karıştırır kafanı. Kargaşaya yol açıyorum, o batırdı o çıkarır belki beni. Hepsi harmanlanıp bir hiç olur, hiçlik varlığın nesnesi.

Basitçe konuşalım, cümleler kısa kısa, bir ritmini tuttursam akıcam vura vura. Belki haklıdır kafa, hepsi basit olmalı:
ev

öfke
ilişki
sevgi
ayrılık
elveda
merhaba.

İĞNE

Aşık olmak; havadan, görünmez baloncuklar yapıp yukarı salarken, birlikte izleyip keyiflenmektir. Sonra bazen (mutlaka?), yukarı dönük gülümseyen suratlardan biri donuklaşır. Görünmez balonlar hiç görünmez olur. Artık ne kadar süre yarım bir gülümseme taşıyacağını merak ederek başın önde yürümeye başlarsın.

Bir başka yolu daha vardır bunun, görünmez baloncuklarını baştan beri kendin yapar, kendin bakarsın. Gösterip birlikte bakacağın biri gelirse keyif artar, gidince olduğun gibi devam edersin.

Ne derdi Rıdvan Kaptan?
"Benim yalnızlığım bir limana girince başlar, açıkta kendi unsurlarım arasındayım."
( Yalnızlar Rıhtımı -1959)

YOLDA GÖRÜLEN ÖLÜLER

  • 3 baykuş
  • 5 kedi
  • 2 köpek
  • 1 tilki
  • 1 kartal
R.I.P

UZUN ZAMAN SONRA

  • 322 km yol,

  • Güneşin denize batışına, tanıklık,


  • Ateş yakan bir arkadaşın sıcaklığı,


  • ve sonsuzluğa karışıp, yıldızların altında uyumanın keyfi.

Mekan: Easy Rider Halk Plajı

ISLERI DUSLER ISLER DUSLERI ISLER

GÜZEL'E

Dün gece senin küçücük elinle yalnız yattık

Yalnız senin küçücük elinle yalnızlık

Kandilli ilkokulu kadar kalabalık

Zilleri çaldığında düşlerinin

Sınıfların kapıları ardına kadar açık

Gökyüzünün, denizin, toprağın, hayalle, emeğin

Haklı sınıfları

Belki de baskın korkusuyla vefasız, akıntıya atılan

Kitaplar varya onlardan

Öğrenmiş Marx'ı, gümüş balıkları

Ve belki de onun için o kadar,

O kadar aydınlık ortalık...

Sen ki çicekleri toplamayan güzelim

Çicekleri sulayan çocuk

Ve ben ki buruk ve kavruk

Bir ihtiyar adamım artık

Öyle güzeldim ki senle, çiçeklerden çok

Ve anladım, anladım ki bir daha

Düşünde bile göremez işler

Düşlerin gördüğü işleri


Can YÜCEL

DUSUNCE ISRAFI

Tanıyıp sevmediğim insanlardan
daha çoktur tanıyıp sevebileceklerim.
Ama,
Tanıyıp sevmediklerimi tanıyorum,
sevebileceklerimi degil.

Sevdiklerim, hep daha güzel ve daha çoklar,
Sevebileceklerimden.

BANA CEVAP VERME

Insanlar Tanrı kurar, planlar güler.

EVET SOR

- Kendiyle barışık bir insan mısınız?
- Buna bir küfürle cevap vermek gerekirse -ki gerekir, evet .mna koyim, öyleyim.
- Peki kendiyle barışık olmak nedir sizce?
- Kendini diğerlerinden ayırmadan, aynı tepkileri kendine de vermektir.
- Bir örnek gösterebilir misiniz?
- Tabii. Mesela kendimi dövdüğüm, çok olmuştur. İşe kaşım gözümü kapatacak kadar şişmiş bir halde gidip, müdürüme gözaltında polislerden dayak yediğimi söylediğim günü iyi hatırlarım, öfkem o kadar büyüktü ki, günün geri kalanında izinli olduğumu duyduktan sonra eve gidip akşamüstü iyice acıkıncaya kadar kendimi dövmeye devam etmiştim...

- Ay kız bu harbi manyak çıktı!


(acı çekiyorsanIz buna sevinin, icinizde hala incinmeye müsait bir yer kaldığının kanıtıdır.)

KIM OLDUGUN NEREDEN BELLI?

Bilinç, kötü olanı seçebilme yetisidir.
Consciousness, is the ability to choose the worse.

AL KALBİMİ VER BEYNİNİ

Taze fasülye + Pilav + Salata 5 ytl. TV'de kadın programı ikramımız.

En ucuzundan yemek yiyorum, karşımda TV, plastik sürahi, yapma çiçekler, muşamba masa örtüsü.

Ekranda 4-5 kişi var, önde halkımın içinden evliliğinde sorunları olan bir çift, üstesinden gelememişler 3 ay ayrı kalmışlar. Sunucu kadın el ele tutuşturup başlıyor söylevine:

- Karının elinden tutacaksın, çıkıp dolaşıyor musunuz? Dolaşın, gezmek bedava, hava bedava, su bedava değil ama mutluluk bedavaa!!

Alkış tufan kopuyor.

- Karının saçını okşadın mı hiç?
- Çok değil...
Karısı araya giriyor...
- Hiç!

Sunucu damarı yakaladı:
- Kadınlar erkeklerin kendilerini cinsel obje olarak görmesini sevmez! Şefkat ister. Bir baba gibi saçını okşamalısın. Bunları biz mi öğreticez size?
Adam bozuluyor bu lafa. "Erkek karısına babası gibi dokunamaz, ben ancak kızımın saçını babası gibi okşarım." diyor.

Program benim için bitiyor. İki şey var aklımda, birincisi satılmayacak hiç bir şey olmadığına inanan bütün bir reklam sektörüyle birlikte program yapım şirketleri ve bunları yayınlamakla semiren, çok para kazandığı için de kendisini önemli sanan bu elit gerizekalı kitlesinden duyduğum tiksinti. Bir gün paraya kıyıp 5 ytl'lik bu menüden ardarda 10 tane tükettikten sonra canlı yayında sunucunun boynuna dolanıp ağlayarak içimi dökmek istiyorum. Umarım bu hepimizi rahatlatır.

İkinci mevzu ise kadınların baba sorunsalı. Kafam yeterince bozuksa kadınların erkeklerle olan ilişkilerinde çıkan sorunların %95'inin babalarıyla alakalı olduğunu iddia ve ispat edebileceğimi düşünüyorum. Hem kendi yaşantımda, hem de çevremdeki ilişkilerde kadınların babalarından muzdarip olmadığını görmek kısmet olmadı hiç. Bu da ister istemez mevzuyu erkeklere, daha doğrusu babalara getiriyor. Babalar ile kızlar arasındaki ilişki kızlarını dünyada onlardan daha çok ve daha iyi sevebilecek bir erkek bulunmadığına dayanırken, mevzu babaların koydukları hedefe ulaşıp ulaşamadıkları noktasında düğümleniyor. Romantik ilişki içinde erkeğin kadına göstereceği şefkat dolu her yaklaşım babayla teraziye konup bir denge tutturulamayacak, bir taraftan babaya lanet okunurken, karşıdaki erkeğe allah ne verdiyse çektirilecektir.

Olaya böyle yaklaşınca olması gerekenden fazla Freud'çu bir görüntü çıkıyor ortaya, ama psikoloji biliminin Freud tez, sentez ve antitezlerinden oluştuğunu düşündüğüm için bundan çekinmiyorum.

Alakasız bir biçimde bağlamak gerekirse, erkeklerin duygularını gösterememeleri konusunda hemfikir olan kadın alemine diyorum ki; gelin bir anlaşma yapalım, bundan sonra kadınlar ne düşündüklerini açıkça belli etsinler, erkekler de ne hissettiklerini.

Olacak şey mi?

IBM TURKO

Güzel ülke Türkiye'de çalışan kara kuru insanların sürekli yokluk çekmesine, işsizliğine, ölmesine alışkınız. Yörsan işçilerinin uzun süren direnişinin ardından kazandığı zafer epey sürpriz oldu aslında. Daha da aslına bakarsak anayasal bir hak olan sendikalaşma [1] çabaları sebebiyle işten çıkarılanların işine geri dönmesi bir zafer değil olsa olsa işverenin türlü çeşit oyunlarından birinin sona ermesidir.

Tuzla Tersanelerindeki can pazarı sürerken bunun önüne geçebilecek önlemlerin alınma teminatı yine sendikalaşmadır. Ortak kaderi paylaşan insanların işbirliğinden daha doğal ne olabilir ki? Ama isterseniz bunu bir de işveren açısından düşünebilirsiniz. Ankara Ticaret Odası'na, TÜSİAD'a MÜSİAD'a üye olan işverenlerin işyerlerinin kapatıldığını falan bir düşünün. Düşünülecek gibi değil değil mi?

Ama asıl yazmak istediğim bunlar değil. Bütün bu diğer iş kollarındaki sendikal mücadele sürüp giderken şimdi öğrendiğime göre bilişim sektöründe de bir hareketlenme söz konusu. 400 IBM TÜRK çalışanının 209 tanesi TEZ KOOP-İŞ'e üye olarak toplu sözleşme ve grev hakkını bir güzel kazanmış. [2] Peki ne olmuş? İşveren hayhay madem ki örgütlendiniz buyrun oturalım konuşalım mı demiş? Dememiş. Ama başka şeyler demiş.

Şimdi bu işler bir kitapta yazar, işini o kitaba uyduran da istediğini yapar. Mesela 2821 sayılı sendikalar yasasında 28 adet iş kolu var ve siz birini seçmek zorundasınız ve seçtiğiniz iş kolunda çalışıyor olmalısınız. Bilişim sektörü gibi yeni sayılabilecek bir iş kolu da takdir edersiniz ki yasa koyucunun genişş dünya görüşünden nasibini alamamış ve listede geçmiyor. Geçen iş kollarına bir bakalım:

1.Tarım ve ormancılık, avcılık ve balıkçılık, 2.Madencilik, 3.Petrol, kimya ve lastik, 4.Gıda sanayi, 5.Şeker, 6.Dokuma, 7.Deri, 8.Ağaç, 9.Kağıt, 10.Basın ve yayın, 11.Banka ve sigorta, 12.Çimento, toprak ve cam, 13.Metal, 14.Gemi, 15.İnşaat, 16.Enerji, 17.Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar. 18.Kara taşımacılığı, 19.Demiryolu taşımacılığı, 20.Deniz taşımacılığı, 21.Hava taşımacılığı, 22.Ardiye ve antrepoculuk, 23.Haberleşme, 24. Sağlık, 25. Konaklama ve eğlence yerleri, 26. Milli savunma, 27. Gazetecilik, 28. Genel işler

IBM Türk çalışanları da bakmış, bakmış, bakmış, 17. maddedeki büro kelimesi akıllarına yatmış ve bu iş kolunda örgütlenmişler.

İşveren gelmiş, o da bakmış bakmış, demiş ki yok arkadaş benim itirazım var siz büro çalışanı değilsiniz. Ama benim tahminim aslında hangi işkolunda olmaları gerektiğini de söylememiştir.

Ben de bakıyorum bakıyorum, bu 28'den birini tam seçeçekmiş gibiyken gene aklım karışıyor.

Ancak IBM TURK çalışanlarının kafası karışık değil, diyorlar ki, IBM TURK 1980 öncesinde (Ahh şu 12 Eylül öncesi yok mu!) BİL-İŞ sendikasını muhatap alıp üstüne toplu iş sözleşmesi de imzalamış. Üstelik kaderin cilvesine bakın ki BİL-İŞ de büro iş kolundaymış.

Onu bunu bırakalım da parmağın işaret ettiği yere bakalım burada mühim olan ne? 209 kişinin anayasal haklarını kullanmaya çalışmaları mı? Yoksa işverenin yan çizme çabaları mı?

[1] T.C Anayasası

MADDE 51. – (Değişik: 3.10.2001-4709/20 md.) Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.

[2] http://bilisimsendikasi.org/?page_id=17

DIŞ SES

"Bir düşün'de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz."
Özdemir ASAF

Yakıtı “istemek” olan bir cihaz gibiyim. Daha doğrusu 'gibiydim' -herkes gibi. Benim de büyük küçük, sayısız isteklerim vardı; karşılanan ya da karşılanmayan ama beni hep ileri iten istekler. Yapmak için çaba sarfettiklerim, oturup olmasını beklediklerim, olmayınca kızdıklarım, olunca hayal kırıklığına uğradıklarım... Herkes gibi işte.
Pencerenin kıyısında karanlıkta oturuyorum. İçimden hiçbir şey yapmak gelmiyor ve bu beni hiç rahatsız etmiyor. Bakmak, görmek ve düşünmek yetiyor uzun süredir. Bir de daha fazla bakıp, görüp, düşünebilmek için gezmek. Bir nevi kalıcı turistlik hali. “Neyse.” diyerek toparlanıyorum. Uzun süredir konuşmadığımdan olacak, -sabah resepsiyondaki adama “Bir oda lütfen, sokağa baksın.” demiştim- sesim bir garip çıkıyor. Kalkıp pencereyi açıyorum. Benimle birlikte dışarı akan perde şehrin ağır havasında salınmaya başlıyor. Dışarıdan derin bir nefes alıyorum. Milyonlarca insanın yarattığı ses ve kokuyu taşıyor hava. Buraya hayat veren de bu, onların istek ve çabaları. Bu sayede burada hayat gerçekten akıyor. Binlerce yıldır güneş bir görünüp bir kaybolurken hep olduğu gibi. Hep aynı, fakat hep farklı. Kendimi bu kadar yabancı hissetme hazzını, bunu seyretmekten başka hiç bir şey vermiyor.
Bu haz uğruna, diğerleriyle oynamak yerine kenardan izlemeyi seçtiğim şu hayatın ufacık bir parçası, şimdi karşımdaki pencerede oynuyor. Gayet sade döşenmiş bir oda bu. İçinden taşan aydınlık renkleriyle karanlığı dışarı hapsediyor. Bana farklı açılardan bakan üç penceresi var. Soldaki açık pencerede uçuşan tül ve odanın içinde gezinen kızıl kadın dışarıdaki ses ve harekete uygun bir ritimde deviniyor. Oysa ben penceremi açmadan önce, soldaki köşede çıplak ayaklarını görüyordum. Sakin sakin oturuyordu. Şimdi tam karşımda duruyor. Arkası dönük. Saçlarının ıslak uçları çıplak sırtına dağılmış. Bir eliyle göğsünde birleştirdiği havlusunu tutarak eğilmiş, çekmeceleri karıştırıyor. Böyle hararetle bir şeyler aradığına göre onun da istediği bir şey var. Çünkü her hareket manalıdır.
Ne demişti manasızlıktan yakındığım dostum? “Bunları sen yaratmıştın, şimdi yine sen yıkıyorsun, üzerine etiketlenmiş bir manası yok yaşamın, okuyamıyorsun diye üzülme.” Sonra da eklemişti “ama sen oraya istediğini yazabilirsin.” İşte bunu beynimde döndürüp her şeyi yerli yerine koyunca, 'cihaza' gitgide daha az 'yakıt' koymaya başlamıştım. Hayatın koca bir şablon olduğunu farketmek son rahatsızlıklarımı da gidermişti. O zamandan beri rahatım. Yapmaktan zevk almadığım şeyleri tek tek gözden geçirip aslında çoğu alışkanlığın değişebildiğini gördükten sonra da durup yalnızca izlemeye başlamıştım.
Kızıl saçlı kadını gecenin penceresinde seyrederken ona hayat hikayeleri uyduruyorum. Hatta keyfini çıkarmak için bazen kendimi de katarak. Birazdan elinde bir fırçayla pencereye yaklaşıp saçını taramaya koyuluyor. Bakışları dümdüz dışarıda, gözleri dalarken elleri devam ediyor. Düşüncesine giriyorum: “Ahlak mıdır insanı hayvanlardan ayıran? Hiç sanmıyorum, olsa olsa ahlaksızlıktır. İyi yunuslar - kötü yunuslar diye bir kavram yokken insanlar için bunun anlamlı olması herhalde yeterli kesinlikte bir kanıttır. Zaten erkekleri tarafından saygı görmeyen dişi yunusların olduğu ütopik bir hikayede yaşamıyor muyuz?”
Düşünceleri beni şaşırtıyor, bunları dinlemek isterdim. Ama o, düşünmeyi ve fırçasını bırakıp sağda kayboluyor. Sonra bir an elini görüyorum, üzerindeki pembe havluyu karşıdaki yatağa fırlatıyor. Vücudunun pencereye düşen renkli gölgesinden giyinmeye başladığını anlıyorum. Dışarı çıkacak olmalı. Kolunda küçük bir çantayla, üzerindekileri çekiştirip düzelterek yeniden beliriyor.
Yasladığım pervazdan başımı ayırıp doğrulurken, o tülü içeri alıp penceresini kapatıyor. Bir an bana baktığını hayal ediyorum. Arkasını dönüp odadan çıkarken ışık sönüyor. Karşımda kalan koca karanlık bana hiç haz vermiyor.

BİR NEVİ ROZARİN


Her gece içinde kaybolduğum bir karanlığım var benim. Her gece kapatıp kapılarımı, perdelerimi örtüp içine gömüldüğüm, petrol kıvamında, nefes aldırmayan bir karanlığım. Kötü kalpli bir üvey ana şefkatiyle bekliyor beni. Geceleri onun o iğrenç, ama karşı koyamadığım sıcağına teslim oluyorum. Pis kokulu kollarıyla sarıp uyutuyor beni, uyuşturuyor. Nefes alamıyorum, ne-fes alamıyorum.
Ama bazen de odama bir peri kızı geliyor. O kadar sakin ve usulca beliriyor ki kapımda, o fettan karanlık hiç karşı koyamadan odanın köşelerine çekiliveriyor, ona yol vermek zorunda, bunu iyi biliyor. Ve yanıma geldiğinde, meltem kokan saçlarının serinliğine kavuştuğunda yüzüm, hiç gitmese diyorum, bağırmak geçiyor içimden: “Bırakma beni!”. Ama o kadar sakin, duru ve durgun ki; o gelince, her şey; saatin o yorucu tik takları, bütün konuşmalarım, bütün uğultular, gece sesleri, her şey susuyor. Susuyorum.

Serin parmakları saçlarımın arasında dolaşırken, en gizli gözyaşlarımı döküyorum beyaz elbisesine. Her seferinde, ben daha gitme diyemeden, dünyanin en tatlı serinliğini veren o ince ve beyaz parmaklarıyla enseme dokunup veda ediyor.

Bu günlerde yine onu bekliyorum; onu, saçlarını ve ellerinin serinliğini.
99'Ankara

Fotoğraf : Yek - Lohens

BIZATIHI

Sen
beni
öldürüyorsun.
Bıraksan
ben
zaten
ölecektim.
Zaten
öleceğim.
Zaman,
zaten'in
dolgusu
zaten.

USLU DUR

- Duruyorum.
- Uslu dur dedim sana.
- Duruyorum işte. Başka nasıl durayım?
- Duruşunu değiştir. Değiş.
- Niye? Sen benim gibi olmak ya da benim duruşumu ölçmek zorunda değilsin.
- Dikkafalılık etme.
- Dikkafalılık edebilmek için senin otoriteni sayıyor olmalıyım.
- Allah cezanızı versin dünya sizin gibiler yüzünden bu halde, ahlaksız, şerefsiz herifler. Uslu dur dedim sana!
- d u r u y o r u m


"Sıraselviler'den Cihangir'e doğru inerken Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin duvarının önünde siyah bir erkek yerde yatıyor: Kolu ve eli alçıda...
Alçıdan görünen parmak uçlarında kan kurumuş... Alnında küçük bir bandaj var, başında delikler açılmış...
Muhabirimizi Bawer Çakır ve ben duraladık, diyaframı inip çıkıyor, yani nefes alıyor... Oradan geçen onca insan arasından yalnızca biri daha bu manzaraya bakıp, geçip gidemedi, durdu... Hep birlikte uyandırdık, kim olduğunu ve ona ne olduğunu anlatmasını istedik."
Nilüfer ZENGİN'in haberi...

AVRET

"Ve şöyle demiştik: Ey Âdem, sen ve eşin cennette kalın. Orada istediğiniz yerden bol bol yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de kendinize zulmedenlerden olursunuz." (el-Bakara, 2/35; el-A'raf, 7/19.)
...
"Biz Âdem'e şöyle demiştik: Ey Âdem!. Bu İblis, senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya düşersin. Çünkü senin acıkmaman ve çıplak kalmaman ancak burada mümkündür ve sen burada susamazsın ve güneşin sıcağında yanmazsın" (Tâhâ, 20/117-119.)
...
"Şeytan onlara, kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek için vesvese verdi ve şöyle dedi: "Rabbiniz size bu ağacı iki melek olmamanız ve sürekli olarak cennette kalmamanız için yasakladı. Ayrıca onlara: "Ben sizin iyiliğinizi istiyorum" diye de yemin etti." (el-A'râf, 7/20-21)
...
"Böylece İblis onları aldatarak ağaçtan yemeğe sevketti. Ve ağacın meyvesinden tadınca, avret yerleri onlara göründü. Cennet yapraklarıyla ayıp yerlerini örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle nida etti: "Ben size bu ağaçtan yemenizi yasak etmedim mi? Ve size şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır demedim mi." (el-A'râf, 7/22.)

... ve olaylar gelişir ...


MASAL MASAL MATITAS

Yalnız birey, pornocu bireydir.

Olmadı mı?

Yalnız birey, kendi kendini tatmin eden bireydir.

Oldu şimdi. Hadi uyu...

HAYATIN ACEMISI

Ufacık minicikken sanırdım ki büyükler neyi ne zaman nasıl yapacaklarını büyük bir kesinlikle bilirler. Belki bir kitapta yazıyordur ya da birisi anlatıyordur. Ama büyüdükçe beklentim boşa çıkmaya başladı. Kimse bir şey söylemiyor, ben sormaya çekiniyordum. Arkadaşlarımın mesela anne babama teyze-abi diye hitap etmesi ne kadar doğal geliyorsa, benim onların büyüklerine hitap edecek şekil bulamamam o kadar ruhumu daraltıyordu. Bunlara karar veren organizmanın oralarda bir yerde olması gerektiğine dair inancım güçlenirken geri düşeceğim uçurum yükseliyordu.

Şimdi bugün bile paranoyaklığım zirve yaptığında benim haberdar olmadığım büyük bir mutabakatın varlığından şüphe etmeden duramıyorum. Yanıma yandaş bulamıyorum. Oturup alakalı alakasız konulardan -bulantı geçirmeden- uzun uzun konuşup ilişkilerini sağlamlaştırırken insanlar, benim sosyal yeteneklerim yüzümde zoraki gülümsemem ve iki çift lafı ortaya koyabilmek için gösterdiğim gülünç çabadan ibaret kalıyor.

Ben de yapılabilecek en iyi şeyi yapıp en başından beri hep kaçıyorum.


[dudağımı ısıran karınca bunları düşünüyordu]

NE KA EKMEK O KA KÖFTE

Yaşanıp bitmiş şeyler ne kadar yaşanmamış gibi. Yaşanıp bitmemiş şeyler ne kadar yaşanmamış gibi. Birini diğerinin içine sokmak ne kadar kolay gibi. Ne kadar da z o r.

COMFORTABLY NUMB

"Hiç bir şey hissetmiyorum" dedi interfondaki ses. Interi bir yana fonu bir yana attım söküp. Duvarlar dışarı esnedi. İçi gitti, fonunda kaldım lafın. Ölü yanım kıpırdadı sandım -ya da sandığımı sandım-.

Sandığıma doldu bu da. Laçka kapağına bir tekme atıp küfrederek kapattım. Devrildi. Bir an, 5 sene önce takla atıp devirdiğimiz aracın içindeki eşyalar gibi, bir daha hiç toplanamayacak şekilde dağılacağı gün geldi aklıma. Sonra "benimki o gün dağılsa daha iyi mi olacaktı acaba" diye düşündüm. Kalktım, düşündüklerimden utanmadan dağılanlardan birazını geriye, yüklü bir kısmını çöpe attım ve kapattım.

Kendimi bir kum torbası gibi tavana asıp artistik yumruk hareketleriyle hırpaladığım geldi gözümün önüne, sonra da sarılıp ağladığım. Oysa yatağımda öyle mal gibi oturuyordum. Hazzın ya da hüznün kasılışları olmadan, bin yıldır unuttuğum bir şeyi umutsuzca hatırlamaya çalışır gibi bir ifade vardı suratımda, ya da öyle olması memnun ederdi beni.

Üşenmedim dürttüm.


Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
T. Uyar

HALKI ASKERLIGE ISITMAK

Sokakta kıstırabildiğiniz herkese sorun; "Askere gider misiniz?" hepsi anında "çağırsınlar şimdi giderim" der. Gerçi benim kıt aklıma göre aslında ya "umarım çağırmazlar" ya da "yok canım çağırmazlar niye çağırsınlar ki?" diyorlardır. İçimizi sımsıcacık kan kokusuyla dolduran bu asil duygu, ne güzel evimizde, bir parkta, bir dost evinde otururken burnumuza barut ve kan kokusu gelmeden mutlu olabilme yetimizle çelişmiyor mu?

Olmaz ya, olur da bir gazete parçasında "zorunlu olarak elime silah alıp emir altına girmeyi vicdanen reddediyorum" diyen birileri olduğunu öğrendiğimizde cesaretine hayran kalmıyor muyuz? Sokakta "giderim!, ederim!" diyen insanların büyük çoğunluğunun bunu derken sürekli pompalanan "düşmanın vatanımızı elimizden alması" durumunu düşünerek giderim dediğini, sorunuz "Afganistan'a, Irak'a gider misin? BM/NATO gücüne katılır mısın?" olsa eliyle ayıp hareketler yapacağını tahmin edemez misiniz?

Yukarıdaki gülüşüne tez zamanda kavuşmasını dilediğim Mehmet Bal, Türkiye'deki vicdani retçilerden biri. Bu güne gelmeden Yıldırım Türker'in 2002'de Bal hakkında yazdığı yazıya bakalım:

Adanmış bir ülkücüydü. Uşak'ın Banaz ilçesinden, çiftçilikle uğraşan altı çocuklu bir ailenin oğluydu. Vatan millet aşkıyla yanıp tutuşuyor, yoksulluğa, adaletsizliğe olan tepkisini milliyetçiliğin bayrağına sarılarak gösteriyordu. Meslek lisesi mezunuydu. Gözü karaydı. İnancı ve gençliğinin sarhoşluğu içinde sürüklenmeyeceği serüven yoktu. Nitekim bir gün iki arkadaşıyla birlikte bir kuyumcunun öldürülmesi olayına karıştı. Cinayetin siyasi bir yanı yoktu. Ama cinayetin aydınlanması ve tutuklanması, Mersin'de yapmakta olduğu askerliğine rastladı. Henüz 20 yaşındaydı. Eskişehir Askeri Cezaevi'nin bir koğuşu artık ondan soruluyordu. Koğuş mümessiliydi. Ardındaki cinayetten söz etmez, kuyumcunun ölümündeki sorumluluğunu kabul etmezdi. Adı, Mehmet Bal'dı.
Bir gün koğuşuna bir vicdani retçi geldi. O zamana dek tanıdığı kimseye benzemiyordu. Mehmet, koğuş mümessilliğini ciddiye alırdı. Yeni gelenleri korumaya çalışır, onların ezilmesine izin vermezdi. Yeni gelen tuhaf adamla uzun uzun tartışıp onu anlamaya çalıştı. Adam, asker kaçağı değildi. Askerlik yapmak istemediğini gerekçeleriyle açıklamış, başına gelecekleri de kabul etmişti. Hayır, silaha dokunmayacaktı. Hayır, askerlik eğitiminden geçmeyecekti. Hayır, bedeli hapis de olsa asker olmayacak, sayılı gündür geçer deyip katlanmayacak, inancını savunacaktı. Vicdandan, vicdanın kan kardeşi retten bahsediyordu. Bu en ağır sivil itaatsizlik eylemiyle savaşın, ölümün, emir alıp emir verme üstüne kurulu toplumsal ilişkilerin karşısına dikiliyordu. Kasırga karşısında bir saz kadar güçsüzdü. Ama öte yandan göz kamaştırıcı bir gücü vardı. Koruma altına almayı, geçiştirmeyi reddettiği hayatının kırılganlığından alıyordu bu gücü. Sorgulanması imkânsızlaştırılmış, tabular anası olarak göğsümüze çökmüş bir konuda akıllı olmayı bir yana bırakıp bize vicdanının uğultusunu dinletiyordu. Güvendiği büyükleri yoktu. Savaşın ve hayatın emir-komuta zincirinin bir halkası olmayı reddeden bu adamın tahliye edildikten bir süre sonra yine hapishaneye kendi iradesiyle dönüşü inanılmazdı. Belki de Mehmet, adama o an inanmaya başladı.

Bu güne gelmek istemiyorum. 22 Ocak 2003 tarihinde vicdani reddini açıklayan ve oldukça zor zamanlar geçiren Mehmet Bal 8 Haziran 2008 Pazar gününden beri -yeniden- hiç de keyifli değil. Bizi kötü muamele görmediğine inandıracak bir gerçeklik içinde de yaşamıyoruz. Yüreği kaldıracak olanlar son 5 gününü okuyabilir.
Fotoğraf temsilidir.
(Gerçi gerçeğinin daha iç açıcı olmayacağını da biliyoruz.)

JUST A LITTLE PINPRICK

e.n.j.o.y

ALGILAYAMAZSAN ALGILARLAR GÜLÜM


"Kanıtı Olmayan Gerçekler" 2007 Mayısında NTV yayınlarından çıktı. Bir takım -zekası mı yoksa görüşleri mi, ya da ikisi birden mi ileri olan- abi/abla'ların beyin karincalanmalarından oluşmuş bir kitap. Dün akşam Toygun Orbay'ın yazdığı Yirmibironbes Treni adlı hayli varoluşçu oyunu son kez oynamaya giderken bu kitabi okuyordum.

Matematikçi, bilgisayar bilimcisi, siberpunk öncüsü ve romancı Rudy Rucker'in (büyük-büyük-büyük dedesi Hegel oluyor) yazısında geçen bir söz varoluşçu düşünce ile yaşadığımız evreni açıklamak için kullanılan diğer yolların ne kadar örtüştüğünü gösterdi bana.
"Farklı bir "Çok sayıda Evren" teorisi önermek istiyorum. Muhtemel her evrenin varolduğunu söylemek yerine, "roman taslakları" örneğine benzer şekilde, bir muhtemel evrenler dizisi olduğunu düşünüyorum. Bizler, evrenin taslak versiyonlarından birinde yaşıyoruz ve nihai versiyon diye bir şey de yok. Tashih ise hiç bitmiyor.
Bunun zaman zaman farkina varmak mümkün. Özellikle de şöyle bir sakinleşip, her şeyi adlandırmaktan ve fikirler oluşturmaktan vazgeçtiğinizde, bilinciniz birkaç taslak evrene doğru uzanıveriyor. Siz mecbur etmediğiniz sürece, hiçbir şey belli bir şekilde olmak zorunda değildir."
Bu bana içinde yaşadığımız hayatın, kendi seçimlerimizle şekillenip kendi mana dünyamızla anlam kazandığı fikrini anımsattı. Olmasını mecbur tuttuğum, olmadığı zaman üzüldüğüm şeylerin ne kadar kaypak bir zeminde durduğunu da. Bilincimizin algılayabiliğimiz evreni kontrol edebildiğine anlık da olsa inanabilmek huzur ile huzursuzluk arasında bir pinpon karşılaşması yapıldığı izlenimi veriyor. Galibi olmayan, fakat değişik atraksiyonlarla haz veren sonsuz bir karşılaşma. Her iki tarafta da benliğin anlık yer değiştirmeleriyle oynanan, bulunduğun tarafa bağlı olarak hazdan hüzne gidip gelen bir acayip durum. Bir yaşantı ya da kaşıntı. Aslında hepsi birden, yani hiç biri.

RUYA

Ayaktayım yürüyorum.
Başka yürüyenler de var,
Görmüyorum.
Ama biliyorum eline değiyor elim.
Alıp öpüyorum.

Konuşur gibi yapıyor,
Dudakların
hareketini görüyorum.
Alt dudağım büyüyor,
Bilmiyorum, diyorum.

Ayaktayım,
Ayaklarımı arkamdan sürüklüyorum.
Yollar var, çıkıyorum, giriyorum.
Kimse yok ortalıkta
İyi biliyorum.

Evler var girip çıkılan
Ben de birine giriyorum.
Yorulmuşum.
Önce beyaz koltuklara oturup
Sonra siyah yataklara giriyorum.

Çıkmışım, koşuyorum
İnsanları görüyorum.
Çarpacağım biliyorum,
Çarpıyorum, düşüyorum, bölünüyorum,
Neyse ki görünmüyorum.

Durdum.
Şimdi
Hiç
bir
şey
Düşün

yorum.

BASTA VE SONDA AYRI



GEYİKLİ GECE

Halbuki korkulacak hiç bir şey yoktu ortalıkta
Her şey naylondandı o kadar
Ve ölünce beş on bin birden ölüyorduk güneşe karşı.
Ama geyikli geceyi bulmadan önce
Hepimiz çocuklar gibi korkuyorduk

Geyikli geceyi hep bilmelisiniz
Yeşil ve yabani uzak ormanlarda
Güneşin asfalt sonlarında batmasıyla ağırdan
Hepimizi vakitten kurtaracak

Bir yandan toprağı sürdük
Bir yandan kaybolduk
Gladyatörlerden ve dişlilerden
Ve büyük şehirlerden
Gizleyerek yahut döğüşerek
Geyikli geceyi kurtardık

Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı
Üç ev görsek bir şehir sanıyorduk
Üç güvercin görsek Meksika geliyordu aklımıza
Caddelerde gezmekten hoşlanıyorduk akşamları
Kadınların kocalarını aramasını seviyorduk
Sonra şarap içiyorduk kırmızı yahut beyaz
Bilir bilmez geyikli gece yüzünden

"Geyikli gecenin arkası ağaç
Ayağının suya değdiği yerde bir gökyüzü
Çatal boynuzlarında soğuk ayışığı"
İster istemez aşkları hatırlatır
Eskiden güzel kadınlar ve aşklar olmuş
Şimdi de var biliyorum
Bir seviniyorum düşündükçe bilseniz
Dağlarda geyikli gecelerin en güzeli

Hiçbir şey umurumda değil diyorum
Aşktan ve umuttan başka
Bir anda üç kadeh ve üç yeni şarkı
Belleğimde tüylü tüylü geyikli gece duruyor

Biliyorum gemiler götüremez
Neonlar ve teoriler ısıtamaz yanını yöresini
Örneğin Manastır'da oturur içerdik iki kişi
Ya da yatakta sevişirdik bir kadın bir erkek
Öpüşlerimiz gitgide ısınırdı
Koltukaltlarımız gitgide tatlı gelirdi
Geyikli gecenin karanlığında

Aldatıldığımız önemli değildi yoksa
Herkesin unuttuğunu biz hatırlamasak
Gümüş semaverleri ve eski şeyleri
Salt yadsımak için sevmiyorduk
Kötüydük de ondan mi diyeceksiniz
Ne iyiydik ne kötüydük
Durumumuz başta ve sonda ayrı ayrıysa
Başta ve sonda ayrı ayrı olduğumuzdandı

Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda
Kesme avizelerde ve çıplak kadın omuzlarında
Büyük otellerin önünde garipsiyorduk
Çaresizliğimiz böylesine kolaydı işte
Hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
Örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
Yahut bir adam bıçaklasak
Yahut sokaklara tükürsek
Ama en iyisi çeker giderdik
Gider geyikli gecede uyurduk

"Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
Sultan hançerleri gibi ayışığında
Bir yanında üstüste üstüste kayalar
Öbür yanında ben"
Ama siz zavallısınız ben de zavallıyım
Eskimiş şeylerle avunamıyoruz
Domino taşları ve soğuk ikindiler
Çiçekli elbiseleriyle yabancı kalabalık
Gölgemiz tortop ayakucumuzda
Sevinsek de sonunu biliyoruz
Borçları kefilleri ve bonoları unutuyorum
İkramiyeler bensiz çekiliyor dünyada
Daha ilk oturumda suçsuz çıkıyorum
Oturup esmer bir kadını kendim için yıkıyorum
İyice kurulamıyorum saçlarını
Bir bardak şarabı kendim için içiyorum
"Halbuki geyikli gece ormanda
Keskin mavi ve hışırtılı
Geyikli geceye geçiyorum"

Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.

TURGUT UYAR

MINAREDEN AT BENI

dnaspark99

Dojo: The only place to enjoy being thrown [away].

HOYDA BRE!

Bursa'nın Mustafakemalpaşa İlçesi'ne bağlı Yalıntaş Beldesi’nde yapilan geleneksel güreş karşılaşmalarında iki 'pehlivan' tekme tokat birbirine girmiş.

Radikal gazetesi olayı şu ayrıntılarla veriyor:
"Başpehlivanlık finalinde karşılaşan Osman Aynur ile Ekrem Yavuz arasında güreş sırasında başlayan küfürleşme, kavgaya dönüştü. Yumruk ve tekmelerin havada uçuştuğu kavgayı, jandarma güçlükle ayırdı."

Pehlivanlığı başpehlivanlık finalinde güreş tutabilecek kadar bilen bu yiğitleri ne çoşturmuş olabilir ki?

HAZi RAN

Bugun Pazar

Bugun pazar.
Bugun beni ilk defa gunese cikardilar.
Ve ben omrumde ilk defa gokyuzunun
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar genis olduguna sasarak
kimildamadan durdum.
Sonra saygiyla topraga oturdum,
dayadim sirtimi duvara.
Bu anda ne dusmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hurriyet, ne karim.
Toprak, gunes ve ben...
Bahtiyarim...

NAZIM HIKMET

TODAY IS SUNDAY
Today is Sunday.
For the first time they took me out into the sun today.
And for the first time in my life I was aghast
that the sky is so far away
and so blue
and so vast
I stood there without a motion.
Then I sat on the ground with respectful devotion
leaning against the white wall.
Who cares about the waves with which I yearn to roll
Or about strife or freedom or my wife right now.
The soil, the sun and me...
I feel joyful and how.


NAZIM HIKMET

Translated by Talat Sait Halman.
(Literature East & West, March 1973)

Nazım Hikmet Ran (November 20, 1901June 3, 1963), commonly known as Nazım Hikmet (pronounced [nɑːˌzɯm hikˈmɛt]), was a Turkish poet, playwright, novelist and memoirist who is acclaimed in Turkey
as the first and foremost modern Turkish poet, is known around the
world as one of the greatest international poets of the twentieth
century.[1] He earned international fame with his lyric power, through the "lyrical flow of his statements".[2] He has been referred to as a "romantic communist"[3] or a "romantic revolutionary".[2]
He was repeatedly arrested for his political beliefs and spent much of
his adult life in prison or in exile. His poetry has been translated
into more than fifty languages.

UÇUR BİZİ PEPE


Sometimes,
// Life is the plague itself.
Melts inside with no trace.


Başım göğe ererken
Ayaklar kesilmezse,
O zaman uzarmış boyum.



HERR GOD, HERR LUCIFER


[...]
Dying
Is an art, like everything else,
I do it exceptionally well.

I do it so it feels like hell.
I do it so it feels real.
I guess you could say I've a call.

It's easy enough to do it in a cell.
It's easy enough to do it and stay put.
It's the theatrical
[...]

tamamı:
Sylvia Plath - Lady Lazarus

KUŞ DÜRÜSÜ

nereden çıktığını anlamadığım bir rüzgar
anlam dünyamın yapraklarını karmakarışık ederken
fışkırıyorsa üzerime vazgeçmenin zorluğu
-ben zaten sonunda yalnız kalmaya mecburi razı-
koşar adım uzaklaşabilirim dünyadan
altına etmis bir bebek gibi
girerim boktan bir huzurun kucagina

KISISEL NOT / PERSONAL NOTE



Kolay olan hiç bir şeyin peşine düşme. Çocuğum. Düşme.

ESEK RUYASI




"Karşındakini büyüdüğü yer olarak düşün".


Uzun süredir aldığım en iyi dersti.

ANISINDA(MI)YIM



Anısındayım

Hafifçe ısırılmış bir elmanin dilindeyim
Elmanın kokusundayım
Anısındayım -kimbilir kimin-

Anılarda görünür, düşlerde görünmez insan
Düşlerde görünen anlamlardır
Özelliklerdir bir de belli belirsiz.

Ve
İnsansız anı yoktur. Var mıdır?

Edip Cansever
(Şairin Seyir Defteri)

Ai


BigDog, Boston Dynamics adlı firmanin dört bacaklı, yürüyen, koşan, tırmanabilen robot eşeği. Dört bacağındaki hidrolik sistemi sırtındaki bilgisayar tarafından saniyede 500 kez yeniden ayarlanabiliyor. Stereo kamera sistemine sahip ve dengesini düzeltebiliyor.
Projenin amacı zor arazi şartlarında insan ve hayvanların ulaşabildiği her yere gidebilecek bir robot üretmek. Tabii şimdiye kadar 10 milyon dolar harcanmış olan bu projenin bir de finansörü var: DARPA - Defense Advanced Research Project Agency yani ileri teknoloji savunma projelerini yuruten abd devlet kurumu. (İnternet de bunların başının altından çıkmıştı)
Şaşırdın mı? Şaşırma, asıl bu robotun amca oğulları sokak aralarında peşinden koşarken şaşıracaksın. Çok değil 8 sene sonra falan.


Modern Lombak'ın özellikleri:
Ağırlık: 75 Kg
Uzunluk: 1 m
Yükseklik: 70 cm
Yük Kapasitesi: 150 Kg.





Elbette gerçek eşeklerin ve gerçek olan her şeyin her zaman her şeyden üstün olduğuna dair inancımız sonsuz. Yukarıdaki vızıltılı hayvanı mı yoksa aşağıdaki hayvanoğlu hayvanları mı tercih edersiniz bir de bunu düşünün.


Adblock

OLmamıştır, OLanaksız


terbiye ederler:
(HAKkari, yakın zaman.)







Denmemiştir, denmez,
(ulan it! sahipsiz mi sandın?)



Dövmemiştir, dövmez.




"Bu"nun adını bilmiyoruz henüz.

Bilinenden gidelim, yeterince eskidi:


Uğur Kaymaz

21 Kasım (2004) sabahı, Kızıltepe’de yaşanan olaylarla ilgili yapılan açıklamalar çok netti. İki terörist karakol basmış ve çıkan çatışmada öldürülmüşlerdi. Daha sonra açıklamada bir değişiklik oldu. Karakol basılmamıştı ama iki terörist dur ihtarına uymadıkları için öldürülmüşlerdi.

Fakat öldürülenlerin kimliği ortaya çıkınca Kızıltepe karıştı. Çünkü öldürülenler 31 yaşındaki kamyon şoförü Ahmet Kaymaz ile 12 yaşındaki oğlu, Dicle İlköğretim Okulu 5-C sınıfı öğrencisi Uğur Kaymaz’dı.
Hürriyet

`Akşam 16.30 sıralarıydı. Önce uzun süreli tarama şeklinde silah sesleri duydum. Hemen ardından Makbule Kaymaz ile kayınvalidesi Emine Kaymaz bizim eve geldi. Aramızda ufak bir duvar var. Kocası sürekli seyahatte olduğundan bir şeyden korktular mı bize gelirlerdi. İçeriye girdi, konuşamıyordu. Kürtçe olarak sadece 'Ahmet , Uğur, silah, yol` diyordu. İlk silah seslerini duyduktan beş dakika sonra, bu kez beş altı kez tek atımlık silah sesi geldi. `Teslim ol!` çağrısı duymadım. On dakika sonra kapı çaldı. İki sivil polis bana, `Komşunun evini arayacağız` deyip, gözlemci bulunmamı istedi. Emine Kaymaz`la gittim. On dakika arama yapıldı. Silah filan bulunduğunu görmedim. O sırada savcı geldi. `Dışarıda iki ceset var. Bak bakalım, teşhis edebilecek misin?` dedi. Dışarı çıktım. Önce kamyonun ön tarafından öğrencim Uğur`u gördüm. Kanlar içindeydi. Yanında uzun namlulu bir silah vardı. Savcı ve polislere, öğrencim olduğunu, adının Uğur olduğunu söyledim. Şaşırdılar. `Emin misin?` diye sordular. 5 /C sınıfı öğrencisi olduğunu söyleyince polisler telaşlandı. Birkaç kez daha emin olup olmadığımı sordular. Daha sonra kamyonun kapısının yanında Ahmet Kaymaz`ın cesedini gördüm. Onun da yanında bir silah vardı. Onun Uğur`un babası olduğunu, kamyonculuk yaptığını söyledim. Yine şaşırdılar. Bunun üzerine savcı, 112 Hızır Acil Servis görevlilerine müdahale edip etmediklerini sordu. Onlar da `Ancak ön taraftakinin nabzına bakabildik; polisler daha fazlasına izin vermedi` dedi. Uğur`un da, babasının da ayağında terlik vardı. Savcı daha sonra evimizdeki Makbule Kaymaz`la görüştü. Kocasının işini sordu. Kamyoncu olduğu, yol hazırlığı yaptığı cevabını alınca, nereye gideceğini sordu. Makbule Kaymaz İskenderun deyince de, `Terlikle mi gidecekti?` dedi. O da, `Eşyalarını yüklüyordu, yemekten sonra gidecekti` dedi. Olay yerinde 150 kadar polis vardı. Polislere ne olduğunu sordum, çatışma çıktığını söylediler. Ben de ölenleri tanıdığımı, birinin öğrencim olduğunu, iki saat önce kapının önünde diğer çocuklarla oynarken gördüğümü söyledim. `Bu küçücük çocuk bu silahı taşıyabilir mi?` dediğimde, `Karanlıkta koca adam gibiydi` karşılığını verdiler.
...
Kaymaz ailesinin komşusu ve 12 yaşındaki Uğur`un öğretmeni Ahmet Tekin`in savcılığa verdiği ifade"den.
yalancısıyım ... yım ...

"MARDİN’in Kızıltepe İlçesi’nde kamyon şoförlüğü yapan babası Ahmet Kaymaz ile birlikte 21 Kasım 2004 günü öldürülen Kızıltepe Dicle İlköğretim Okulu 5’inci sınıf öğrencisi 12 yaşındaki Uğur Kaymaz davasıyla ilgili 4 özel harekat polisi hakkında verilen beraat kararının gerekçesi açıklandı.

Mardin 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nden Eskişehir’e nakledilen davayla ilgili 45 sayfalık gerekçeli kararda, özel tim polisleri Mehmet Karaca, Yaşafettin Açıksöz, Seydi Ahmet Töngel ve Salih Ayaz’ın, baba-oğulun açtıkları ateşe karşılık verdikleri, cesetlerde 2 Kalaşnikof, kütüklük, dolu şarjörler ve el bombalarının ele geçirildiği, polislerin uzun namlulu silah kullandıkları bildirildi. Kararda, "Olayın çatışma sonucunda meydana geldiği, sonuç ve vicdani kanaate varılmıştır" denildi. "
kaynak

...

Uğur Kaymaz`ın infazı belgelendi` İstanbul Adli Tıp Kurumu , Mardin Kızıltepe`de güvenlik güçlerinin kurşunlarıyla yaşamını yitiren 12 yaşındaki Uğur Kaymaz`ın sırt bölgesinden giren 9 kurşunun da öldürücü olduğunu, bu bölgelerden yaralanan bir kişinin silahlı çatışmaya giremeyeceğini saptadı.
...
Rapor, 'Uğur Kaymaz'dan çıkan mermi çekirdeğinin başlı başına öldürücü olup olmadığı, bu yarayı alan bir kişinin atışa devam edip edemeyeceği, yaralardan hayati öneme haiz bölgeye isabet eden bir yarayı aldıktan sonra atışın sürdürülüp sürdürülemeyeceği` soruları üzerine hazırlandı. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi`nin sorularını yanıtlayan Adli Tıp 1. İhtisas Dairesi şu ifadeleri kullandı; `Kişiye (Uğur Kaymaz) 11 adet mermi çekirdeği, 13 adet yabancı cisim isabet etmiş olup, sırt bölgesine isabet etmiş mermi çekirdeklerinin oluşturmuş olduğu yaralar iç organ harabiyetine yol açtıklarından, her birinin müstakilen öldürücü nitelikte oldukları... Kişinin kalbinde harabiyet oluşturan yaralanmadan sonra atışa devam edemeyeceği.` Böylece Kaymaz'ın sırt bölgesine isabet eden 9 kurşunun da ölümcül olduğu saptanmış oldu. Haklarında dava açılan 4 polis ise önce Uğur ve babasının kendilerine ateş ettiklerini, yaklaşık 10 dakika çatışma yaşandığını iddia etmişlerdi.
haber
...
Mardin Cumhuriyet Savcısı, Kızıltepe'de Ahmet Kaymaz ile 11 yaşındaki oğlu Uğur'un, Kalaşnikoflarıyla polise saldırmaları sonucu çıkan çatışmada öldürüldükleri kanaatine vardı. İddianamede, baba-oğul Kaymazlar'ı öldüren 4 polisin ‘faili belli olmayacak şekilde ölüme sebep olmaktan' 6 yıla kadar hapsi istendi.
hurriyet


İHD
eksi sozluk
dahası

ben inanmıyorum bunlara, siz de inanmayın.

TANRILAR KANA DOYDU


"Gemak Tersanesinde 300 işçinin iş saatlerinin sabah 08:30, akşam 17:00 olması talebi işveren tarafından kabul edildi.
Liman, Tersane Gemi Yapım Onarım İşçileri Sendikası (Limter-İş) işçilerin taleplerini için BUGÜN (29 Şubat 2008) Gemak Yöneticileri ile görüştü.

İşçilerin talepleri kabul edildi ve işçiler akşam saat 17:00’de paydos etti. Ayrıca greve katıldığı için işten atılan Yakup Ekin adlı işçi de işine geri döndü.

Ağır ve tehlikeli iş kolu kapsamında işçinin günde 7.5 saatten fazla çalışması yasal değil. (EZÖ)"

http://www.bianet.org/bianet/etiket/3751/tersane-iscileri

darısı henüz ölmemiş bütün işçilerin başına.

UHU

Nefes al.

Tut.

Köpek ruhu, insan ruhu. İnsan bedeni, köpek bedeni. İnsan aklı, köpek aklı. İnsan yavrusu, köpek yavrusu. Köpek kavgası, insan kavgası. İnsan algısı köpek algısı. İnsan açlığı, köpek açlığı. Köpek bakması, insan bakması. İnsanın ısırması. Köpek tanrısı. İnsan baskısı. Köpek tasması. İnsan asması. Köpek kusması, insan sevmesi, köpek gezmesi.

Köpek aşkı, insan aşkı. insan sevişmesi, köpek sikişmesi. Köpek doğurması, insan ölmesi. İnsan öldürmesi.

Ver.

VALENTINE BİZİ SHOPPINGE GÖTÜR (ya da aşka ikinci aranıyor)

İnsan ruhunu kutsallığıyla pırıl pırıl parlatan bir şey aşk. En az savaşlar kadar kutsal. Nasıl savaşmak için bulunan herhangi bir sebep şehitliğin yüksek tahtına oturtuyorsa ruhlarımızı, aşkın kutsallığı da onun uğruna, en azından para harcamayı makul kılabiliyor. Biz şimdilik kötü olan savaşı boşverip hoş olan aşka dönelim. Herkes hemfikirdir, aşk için her şeyi yapmayı göze alabilmeliyiz, hadi her şeyi yapmaktan geçtim bir hediye de mi almaz insan?

Böyle ani bir "amaçlı mantık kırılmasıyla" karşı karşıya kalıyoruz her şubat ayında. Bir ilişkisi olanlar bununla uğraşırken aşık olamayan, aşkı bulamayan, aşkı yitirmiş olanlar da düşünüyor;
'O' kim?
'O' Nerede?
'O'nu nasıl bulurum?

Cevap hem kolay, hem zor...

Dünya nüfusunu örneklem alarak bir varsayıma girişmek çok mantıklı değil aslında ama, geniş bakmakta fayda var. Dünyadaki 6.6 milyar insan içinde biriz, dolayısıyla her konu gibi aşk mevzu bahis olunca da karşımıza o kadar çok olasılık çıkıyor ki, ne zaman ne olacağını kestirmek mümkün değil gibi. Ne zaman kiminle karşılaşıp ne yaşayacağımız tamamen olasılıklara bağlı gibi görünüyor. Oysa hiç öyle değil. Her şeyin bir yere kadar olma prensibi uyarınca, dünyada aşık olabileceğimiz ne kadar çok insan olursa onlarla bir şey yaşama ihtimalimiz de o derece düşecektir çünkü zorlasan zorlasan en fazla 3-4 kişiyle aynı anda bir ilişki yürütebilirsin ondan da pek bi keyif alacağını zannetmem. E geri kalan milyarlarca insana da yazık oluyor tabii. Yani aramakla da bulunacak gibi görünmüyor. O yüzden diyorum ki "Madem aşıksın neden para harcamıyorsun oğlum?!" yaklaşımıyla aşkın kutsanmışlığını cebine atanlara çalım atmak adına -hediyenizi değil- bu taleplere pirim vermeyecek aşkınızı evde kendiniz yapın.

Peki ne yapmalı? Öncelikle olasılıkları daraltmak gerek, kişisel tutumlar, kafamızda yarattığımız ilişki şablonu, maddi ve sosyal konumumuz ard arda sıralandığında oldukça iyi bir eleme yapmış oluruz. Mesela televizyonda dizilerde gördüğümüz dergilerin kapaklarında estetiksiz kalan yerleri de fotoshopla düzeltilen dilberleri ve onları öyle giydirip besleyen erkekleri bir kenara bırakın, herkes öyle olsaydı kim okuyup izleyip onlar gibi olmaya çalışacaktı?
Neyse, medyanın dayattığı kadın erkek rollerini ve ilişki modelini olabildiğince geride tutarak bir ilişkiden beklediğimiz gerçek faydaya dönelim. Sevgi verme, sevilme, kendini güvende hissetme, sahiplenme, sahip olunma, takdir edilme, yalnızlıktan kurtulma, önemli hissetme, korunma, koruma, bir amaç edinme, bir araç edinme, geleceğe dair bir plan, ilerlemek için bir neden, yeniden başlamak için, artık bu son demek için bir kıstas. Velhasılı daha uzayıp giden kimi herkesçe benimsenen kimi ise kötü kaka sayılan bir sürü ihtiyacı doyurmaya çalışır aşk. İçtenlik esas alınırsa, bence aşkın neyi doyurduğu pek de önemli değildir, samimi olan her yaklaşım karşılığını bulduğu sürece kendi ahlakını yaratır. "Alan razı veren razı" mottosu cuk oturur buraya.
Bu ikinci daraltmadan sonra milyarlarca olasılıktan bir anda kendimize indirgenmemiz bir bulantı yaratmış olabilir, zararı yok geçicidir. Ev yapımı aşkımız neredeyse yaşanmaya hazır. Yalnızca bir şey eksik, aşkın yokluğunda içinde kendini taşıyabilecek bir beden ve ona uygun bir duruş. Tek başına kendini var eden ve çoğaldığında nasıl coşuyorsa tek başına kaldığında da yıkılmayan bir gövde.
Karşılığı bulunmadan oluşan, bazen kendimizde yalnız yaşadığımız bir aşk bu, yerine düşen bir yapboz parçası gibi biri gelip oraya yerleşene kadar.

ATEŞ TERBİYECİSİNDEN ŞÖMİNE ÖĞRETİSİ

- dumanın ağırlığı var mıdır?
- vardır herhalde.
- bak şimdi, cıgarayı tartarsın, yakarsın, çeke çeke içersin, külleri tartarsın, aynı mıdır?
- değildir,
- nereye gitti aradaki?
- duman oldu.
- yaa...

...

- o zaman ateşin de ağırlığı vardır.
- ???
- ateş de çıkıyor onun da vardır ağırlığı.
- şimdi konuşucam ama çok ağır olacak.

"vakit hızla ilerliyor gece yarılarına yaklaşıyoruz
ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir tas kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cigara paketinde
gözlüklü bir garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
sigaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstündeydi dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu fark etmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi
diyemem tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu
ama kendisi vardı"

(saman sarısı - nazım hikmet)


velidir...

UYAN ARTIK

Sabah uyansam
bir tek kendimi bilerek
bir başka gerçekliğe.
ne kadar sürer özlemim
geceki düşlemime?

KAFATASIM

Ellerimin arasında başım, düşünüyorum.
Ellerimi düşünürken başım,
Aklında kafatasım.

Düşünmeyi unutup beynimi mıncıklıyorum.

Düşüncelerime şekil veriyor ellerim, sanırım unutuyorum.
Düşünmek miydi, yoksa ellemek mi maksadım?

Ama şimdi tutuyorum,
sıkıyorum,
kavrıyorum
ve
bunu başka bir güzel kafaya daha yapmak istiyorum.

OLDU BU

Kaşığın sapını yaladım.
Çok ters geldi beynime.

Sapığın kaşını yaladım
Korktu kaçtı geriye.

TANRINLA TANIŞ


Başlangıçta tek bir irade, tek bir akıl, tek bir istek, tek bir düşünce vardı. Düşlüyordu. Düşlerinde pek çok irade, pek çok akıl, pek çok olasılık, pek çok seçenek vardı. Düşlenenlerin her biri yenilerini düşlüyordu ve onlar da yenilerini. Düşlenenler düşleyeni düşlerken hepsi aslında kendini düşünüyordu.

Bir gün, düşlemekten usanmış, düşlediklerinden soğumuş biri, durup kendi halini düşünmeye başladı. Aklı almıyordu, nasıl oluyordu da iradesine ters düşüyordu düşleri. Düşünmek istemiyordu. Bu mümkün müydü bilmiyordu. Bilemiyordu.
Sonra durdu. Aslında varolmadığını, sadece birinin düşü olduğunu buldu. Hayalindeki kişi bir masa başında oturuyor, sıkıntıyla kahvesini yudumlarken neden bu kadar mutsuz olduğunu düşünüyordu. Kalktı, masanın başında oturanı da kaldırdı. Kahvesi elinde, çıktılar. Yolda soğuk havayı içlerine çekerek yürürken kahveyi diğerine uzattı. Boşalan sıcak avuçlarını yüzüne bastırdı. "Belki de duyduğum bu şey huzurdur, mutluluğu da sonuna kadar yaşasam sanırım aynı şeyi hissederdim" dedi. Beriki düşündü "Ama ikisi alabildiğine farklı, karışmaz birbirine". Sonra kendi kendine konuştuğunun farkına vardı, durdu. Şaşkınlık sebebi burnundaki kahve kokusuydu. Bir de daldığı garip düşünceler; kendisinin birinin düşünde varolduğunu, rüyada gördükleri gibi kendinin de bir düş, ama iradesi olan bir düş olduğunu, sadece düşünerek, yaşadığı düşü değiştirebildiğini görmüştü. Güldü. Düşündeki de güldü. Ben de güldüm. Kim bilir başka kimler güldü.